Search

Kırık Hayatlar Özet Konu Ana Fikir

27 Aralık 2014 Cumartesi

Halit Ziya Uşaklıgil - Kırık Hayatlar

Konu

Aile arasında yaşanan trajedileri, aile arasında geçen kavgaları ve ailelerin parçalanmalarını anlatmaktadır.

Özet

İstanbul’da iç hastalıkları dalında uzman doktorluk yapan Ömer Behiç ve eşi Vedide Hanım kitabın başkahramanları. Ömer Behiç küçüklüğünde hep ailesinin sözünü dinlemiş, buyruklarından sapmamış ve itaatkar bir evlat olarak yetişmiştir. Ama meslek seçiminde ailesini dinlememiş ve kendi emelleri doğrultusunda hareket etmiştir. Babası onun Dahiliye ya da Maliye’de çalışmasını istemiştir ama o, onlara doktor olacağını söyler, bu fikri ailesine açtığı zaman yanında eniştesi de vardır. Eniştesi de zamanında meslek seçimi konusunda ailesinden baskı gördüğü için bu olayda Ömer Behiç'e sahip çıkar. Ömer Behiç kendisini, ailesinin haberi olmadan Mülkiye Tıp Fakültesine kaydını yaptırır. Arkadaşları İstanbul’un çeşitli semtlerinde kendilerini eğlendirirken, Ömer Behiç arkadaşlarına eşlik etmeyerek her boş anını değerlendirir. Lakin arkadaşları arasından, Bekir Servet Bey onunla hep dalga geçerek onu ikna eder ve onu da bazen eğlencelere iştirak etmesini sağlar. Fakat Ömer Behiç bu olaylardan sonra hep pişman olur ve derslerine daha da sıkı çalışır. Dolayısıyla okulunu birinci olarak bitirir. Bu durum hiç kimse tarafından olağan karşılanmamıştır. Herkes zaten böyle bir şey olmasını beklemektedir. Okulunu birincilikle bitirdiği için Ömer Behiç’i, Avrupa’da okuması için devlet tarafından gönderilir. Orada da başarılar edinir. Burada okuduğu sırada anne ve babasını yitirir. Bu olay onu çok derinden etkilemiştir. Onların yanında olamadığı için bir an okuduğu için kendi kendine feryatlar eder. Aradan zaman geçtikten sonra İstanbul'a geri döner. Adeta kendini yeni doğmuş bir bebek gibi hissetmektedir. Bundan sonra hayallerini gerçekleştirme arzusu doğmuştur içinde. İlk olarak kendine bir muayenehane açacaktır, ardından bir eş bulup daha sonra rüyalarındaki evi yaptıracaktır.
İlk hayali olan muayenehanesini açar. Zamanla çevresi gelişmeye, insanlar tarafından tanınır bir insan olmaya başlar. Daha sonra Vedide ile karşılaşır. Yıldırım aşkıyla ona tutulur. Onu, ailesinden istemeye gider. Evde Vedide Hanım çok utangaç davranınca dadısından şaka ile karışık fırça yer. Dadısı ona evde kalacağını ve güler yüzlü olmasını ister. Sonunda evlenebilirler ve sekiz yıl sonra iki tane çocukları olmuş olur. Çocuklarının adları Selma ile Leyla. Bir kaç yıl sonra evini de yaptırır. Tabi evi hep hayalindeki gibi inşa ettirmiştir. Evi Vedide’den gizli gizli yapmaya çalışır ama kendini tutamaz ve evin her ince ayrıntısına kadar anlatır. Birkaç ay sonra eve taşınırlar evleri artık onların üçüncü evlatları olmuştur. Ev artık bu mutlu aileye yeni bir renk katmıştır. Bir gün evin penceresinden Kağıthane çıkışı oluşan kalabalığı izlerler. Bu kalabalık onları bir heyecana sürüklemiştir. Daha sonra o kadar çok kalabalıklaşmıştır ki insanların yüzü anlaşılmayacak dereceye varmıştır. Daha sonra Vedide bir faytonun içinde iki güzel hanımı görür. O kadar çok renkli giyinmişlerdir ki hemen dikkatini çekmiştir. Onların kim olduğunu Ömer Behiç'e sorar. Ömer Behiç, ona Veli Bey’in kızları olduğunu söyler. Adları Nebile ile Neyyir. İşte bu kızlardan biri bu mutlu aile tablosuna bir leke gibi karışacaktır. Bir gün Veli Beyin eşi hastalanır. Dolayısıyla Ömer Behiç’i tedavi etmesi için çağırırlar. Tabi haberi getiren eski dostu Bekir Servet Beydir. Bekir Servet de Nebile’den hoşlanmaktadır. Bu yüzden hep bu ailenin yanına sık sık uğramaktadır. O da doktor olduğu için Veli Beyin eşini daha önce tedavi etmiştir. Veli Beyin kızları bir de Ömer Behiç Beyin muayene etmesini istemiştirler. Bu istek özellikle Neyyir’den gelmiştir. Çünkü Neyyir daha önce Ömer Behiç’i bir yerde görüp ona bir sevgi biriktirmeye başlamıştır. Tabi Ömer Behiç böyle ilişkileri hiç sevmez ve hep karşı çıkmaktaydı. Ama aralarında başlayan muhabbetten dolayı Ömer Behiç de ona karşı bazı hisler hissetmeye başlar. Ömer Behiç artık ona aşık olmaya başlar ve hep onun yanına gitmek için fırsatlar kollar. Artık evlere geç gelmeler, aileden uzaklaşmalar başlar. Bu durumu anlayan Vedide'nin kulağına dedikodular gelmeye başla. Ömer Behiç ile arası gün geçtikçe soğumaya başlar. Zamanla Ömer Behiç bu yaptıklarından dolayı kendine kızmaya başlar böyle bir şeyi kendisinin yapamayacağını söyler. Yaptıklarından artık pişman olmaya başlar ve Neyyir’den ayrılmaya karar verir. Ama bir türlü bunu yapamaz. Bu olayların üzerine kızı Leyle da ağır hastalanınca artık buna dayanamaz. Bu hastalığın, kendisinin yapmış olduğu ihanetten dolayı ortaya çıkan bir lanet olduğunu düşünür. Kızı menenjit hastalığına yakalanmıştır. Bütün aileyi bir yas tutmuş ve soğuk olan ortam hepten gergin olmaya başlamıştır. Birkaç hafta sonra kızını kaybeder. Bu olay bütün aileyi derinden etkilemiştir. Ömer Behiç uzun uğraşlar sonucu kendini Vedide’ye zor affettirebilmiştir. Daha sonra böyle bir ihanet yapmamak şartıyla tekrar barışarak eskisi gibi olmayan hayatlarına devam ederler.

Ana Fikri

Zamanımız da bile devam etmekte olan aile içi ihanetlerin, her zaman sonunda pişmanlık verdiği bir durum aldığını gösterir.

Kırık Hayatlar Kısa Özet Konu Ana Fikir Karakterler

Halit Ziya Uşaklıgil - Kırık Hayatlar

Konu

Ekonomik rahatlığa kavuştuktan sonra eşi ve iki çocuğuyla yeni bir çevreye girip bu arada bir sosyete yosmasına tutulan genç bir doktorun öyküsü. 

Ana Fikir


Yazar bu romanla okuyucuya; aile bireylerinin karşılıklı saygı ve sevgi içinde bulunmaları gerektiğini, bunun sonucu olarak da Türk toplumunun istenilen seviyeye geleceğini ana fikir olarak yansıtmaktadır. 

Karakterler


Ömer Behiç: İç hastalıklar uzmanı Vedide‘nin kocası
Vedide: Ömer Behiç’in karısı
Andelib: Selma ile Leyla’nın dadısı 
Selma ve Leyla: Vedide’nin çocukları 
Sabriye Kadın: Aşçı
Neyyir: Ömer Behiç’le aşk yaşayan genç kız

Özet


Ömer Behiç ve Vedide evli iki çocukları olan, mutlu bir hayat yaşayan bir aile kurmuşlardır. Ömer Behiç İç Hastalıklar Uzmanı bir doktur, dürüst birçok zorluklarla karşılaşmış zor şartlarda yetişmiş, acı çekmiş fakat tek isteği diğer insanların acı çekmemesi. Ondaki bu ruh hali onun doktur olmasına vesile olmuştur.
Ömer Behiç daha mutlu bir yuva kurmak için ilk olarak kendi evlerinin olmasını ister ve bunu Vedide ile paylaşır fakat ne zaman bitireceğini söylemez sürpriz yapmak ister. Bu düşünce o denli çekici gelir ki Vedide’ye sonunda bekledikleri olacaktı.
Çevrelerinde birçok, türlü acılar ve elemlerle, türlü gözyaşlarıyla inlemeleriyle kırık hayatlar, çaresiz, hasta; kimi iyilik bulamayacak yaralarla kemirilen, kimi gizli zehirlerle gizli gizli çürüyen hayatlar vardı... Onlar bu kırık hayatların dinç ve canlı mutluluğunu daha belirgin bir duyguyla duyarak, kendilerini düşünen bir haz ile bahtiyarlıklarının en tatlı saatlerini pek hoş bir kevser içercesine yudum yudum, süze süze kendilerinden geçmiş bir mahmurluk içinde yaşıyorlardı.
Evi tamamlar, ailesiyle beraber oraya taşınırlar. Evin kapısına da “Ömer Behiç İç Hastalıklar Uzmanı” diye bir tabela tutturur. Diğer taraftan aile hayatının türlü trajik olaylarını ve kirlerini ortaya sererek geçen halk, birbirlerine dost ve bağlı olmak için o kadar sebepler varken, tersine aralarına aldatma ve hainlik uçurumlarını koyan bütün bu karılar- kocalar Ömer Behiç’in kafasında aşırı bir yaygınlık kazanıyordu. Üzüntü dolu, gamlı gözler önüne serilen, sayılamaz, çokluğunun korkunçluğunu hayalin kapsamı bile alamaz; harap yıpranmış evlerden oluşan, sonsuz bir karanlık ve bozgun 
düzlemi biçiminde uzayıp giden siyah bir tablo çiziyordu.
Ömer Behiç hekimlik kimliğiyle, yalnız hastalarının acılarıyla inleyen, onları acılar çekmekten kurtarmak için insanlık hayatının üstünde bir acıma ve sevecenlik yaşayışı ile yaşayan bir yaratık olurdu. Onu harap eden toplum hayatı idi. Ne zaman sanatının boş zamanları onu toplum hayatının içine sürüklese, öz benliğinde öteki Ömer Behiç ‘in bütün aşk ve sevdasıyla, kimliğin her gözeneğinde ateşten bir kadın gereksinmesi yanan yaratığın belirip gelişmesini sezinlerdi. 
Ve bu kimliği ötekini öyle vahşi bir egemenlik kurarak isteklerine yenik düşürmek, sonunda taşmak isteyen bu çok sağlam sevda emellerine öyle bir kasırga içine atmak isterdi ki, o bu didişmeden hırpalanmış çıkardı. Evliliğine bağlı kalışını kınayarak...
Ömer Behiç daha sonraları nefsinin hakimiyeti altında ‘Neyyir’ diye genç bir kızla ilişki kurarak Vedide’yi aldatmaya başlar. Fakat aklı her zaman ki gibi Vedide’ydi, suçluluk duygusu içinde. Vedide’sini bir elinde Selma’sıyla öteki elinde Leyla’sıyla, varlığında ululaşmış ve kutsal olan ne varsa onların simgesi demek olan bu kadını –acınıp ağlanılan- öteki kadınlara benzetecek, onu da bir tekmeyle yıkılıvermiş bir dünyanın yıkıntı ve kalıntılarının kenarına devirecekti...
Aile bağları gün geçtikçe kopma noktasına doğru yol alıyordu. Ömer Behiç ruhunda bir genişleme, düşüncesinde bir açılma buluyordu. Birdenbire gerçek hayatı döndürülüyormuşçasına, kendi kendisini karşısına alarak yanlış yaptığının farkına vardı. Neyyir ile olan ilişkisinin kapatıp, Vedide’sine geri dönmeğe karar verdi. Vedide kendini yine Leyla’sının odasında Kur’an okumaya vermişti. Ömer Behiç’in yalvarmalarına aldırış etmiyordu. Karşılık vermiyordu. O zaman Ömer Behiç bir eliyle onun namaz örtüsünü çekip açtı. Dudaklarına ta oraya, alıştığı üzere, mutlu zamanlarında her zaman tapınış öpücüklerini alan yere, kulağıyla ensesinin arasına götürdü. Uzun ve birden geçmişin heyecanını bulan bir öpüşle karısını oradan öptü...
Ve öperken, ancak o zaman farkına vardı ki Vedide’nin saçları lüle lüle, takım takım beyaz olmuştu.

Kırık Hayatlar Özet Ana Fikir Konu Karakterler

Halit Ziya Uşaklıgil - Kırık Hayatlar

Konu

Kitaptaki olaylar Osmanlı'nın son döneminde geçmektedir. Osmanlı'nın son döneminde Türk halkında batıya karşı körü körüne bir özenti oluşur. Batıdan alınması gereken teknoloji, ilim, bilim değil de; bizim yaşantımıza ters düşen kültürü taklit edilir. Özellikle İstanbul’da zengin diye nitelendirilen ve kendilerini halktan daha üstün gören bir gurup, kendilerine batıda yapılan çılgın eğlenceleri örnek alıp, hemen her yerde görgüsüzce eğlenmeye çalışıyorlardı. Bu durum özellikle Türk aile yapısına aykırıydı ve bunun sonucu olarak bu tabakada aile bağları iyice zayıflamış hatta kopmuştu. Çirkeflik başını almış gidiyordu. Eşler birbirine sadık kalmıyor, hatta eşini aldatmak,  ailesine bağlı kalmamak bir başarı olarak görülüyordu. Kitap o günün bu acı tablosunu çok güzel bir şekilde anlatıyor.

Özet

Ömer Behiç yıllardır hayalindeki eve nihayet kavuşmuştu. Yatılı okulda okuduğu yıllarda hayal ettiği sıcak yuvasına kavuşmak için çok beklemişti. Bu gün onun en büyük hayaline kavuştuğu gündü.
Ömer Behiç bir doktordur. Ailesi onun siyasal okuyup önemli bir memur olarak devlet dairesinde çalışmasını istiyordu. Böylece onun hayatını kurtaracağını düşünüyorlardı. Fakat o ailesinden gizli olarak tıbbiyenin sınavlarına girer ve kazandığı gün gelir, ailesine haber verir. Bundan sonra ailesi de onun seçimini kabul etmek zorunda kalır. Okulda çok başarılı bir öğrencidir. Geçmişinden gelen eziklikten dolayı pek sosyal bir insan değildir. Arkadaşları onu inek diye nitelendirir. Onu sosyal etkinliklere katılmaya ikna edebilen tek kişi vardır. O da arkadaşlarının tabiri ile ‘Piç Bekir’dir. Okulun son senesinde Ömer Behiç Babasını kaybeder. Okul bittikten sonra Fransa’ya mastır yapmaya gider. Burada iken de annesini kaybeder. Ona artık sahip çıkacak kimse yoktur. Fransa’da fakirlik içinde zorlukla eğitimini devam ettirir. Nihayet Fransa'daki eğitimini bitirip İstanbul'a geri döner. Halası artık onun evlenmesi gerektiğini düşünür ve onun için Vedide'yi istemeye giderler. Ömer Behiç Vedide'yi ilk gördüğü anda ona vurulur. Vedide el değmemiş, ailesi zengin olmasına rağmen İstanbul’un o karmaşık eğlence hayatına dalmamış bir kızdır. Bu tanışmanın sonu evlilikle biter. O şimdi hayallerine karısını da eklemiştir. İşte bu gün sekiz yıllık arkadaşı ile ortak hayalleri gerçekleşmiştir.
Ömer Behiç evinin bir bölümünü de muayenehane olarak da kullanmaktadır. Burada birçok zengin hastalarını tedavi etmesinin yanında da fakir hastaları da ücretsiz tedavi etmektedir. Bu mutlu günlerinde karısı ile birlikte etraflarındaki kötü olayları düşünüp, bu olayların kendi ailelerinin başına gelmemesi için de dua etmektedirler.
Ömer Behiç bir gün yolda eski bir arkadaşına rastlar. Bu doktor arkadaşı İstanbul sosyetesinde çapkınlıkları ile ünlü ve bundan büyük gurur duyan bir şahıstır. Tabii ki bu Piç Bekir’den başkası değildir. Karşılaştıkları günden itibaren Bekir Servet ile sık sık görüşmeye başlarlar. Bekir ona hovardalıklarını anlattıkça Ömer Behiç ona çok acımaktadır. Son zamanlarda Bekir Servet İstanbul’da zenginliği ile ve çapkınlığı ile tanınan bir ailenin uçarı kızı olan Nebile ile aşk yaşamaktadır. Bir gün Bekir Servet, Ömer Behiç'e bir hastasını bakması için daha doğrusu ondan görüş almak için rica eder. Gittikleri ev Nebile'nin evidir. Nebile rahat tavırları ile Ömer Behiç’i oldukça şaşırtmıştır. Bekir Servet ile Nebile onun karşısında Aşk oyunları yapmaktan geri kalmamışlardır. İşleri bitip çıkarken Nebile'nin küçük kardeşi Neyyir ortaya çıkar. Ömer Behiç onu görür görmez içinde fırtınalar kopar, eve geldiğinde hala onu düşünmektedir. Bir süre sonra Neyyir hasta olduğu bahanesi ile Ömer Behiç’i eve çağırır. Kontrol sırasında çok yakınlaşırlar ve Neyyir’in çıplak vücuduna dokunan Ömer Behiç, ona daha da vurulur. Kız ona bir adres verir ve orada buluşmalarında her şeyin daha farklı olacağını söyler. Böylece yasaklı aşk başlar. Bu sırada Bekir Servet Müzzan isimli dul bir kadına aşık olur ve onunla evlenip geçmişine bir sünger çeker. Bu durumda Ömer Behiç yasak aşkını arkadaşı ile dahi paylaşamaz.
Kara bulutlar ailenin başındadır. Ömer Behiç’in iki kızı vardır. Küçük olan kızlarının eski bir hastalığı tekrar başlar. Çocuk günden güne erir ve doktorlar bir çare bulamazlar. Ömer Behiç’in yasak aşk cephesi de kötü geçmektedir. Neyyir zengin biri ile evlenme hazırlıklarına başlar. Fakat ilişkileri hala sürmektedir. Bu kötü olaylar Ömer Behiç’i harap eder. Neyyir’in etkisi ile ailesini hatta hasta kızını ihmal eder. Karısı ise bu yasak aşktan haberdar olmuştur bile. Aynı evde iki yabancı gibidirler. Küçük kızlar kısa bir süre sonra vefat eder. Vedide iyice kendi iç alemine dalar. Tüm gün odasına çekilip, namaz kılıp, Kur’an okumaya başlar. Bu sırada Neyyir de evlenmiş fakat yasak aşkını hala sürdürmek istemektedir. Ömer Behiç onun her teklifini geri çevirir. Neyyir’in son mesajında onu son defa olarak görmek istediği yazmaktadır. Ömer Behiç bunu kabul eder. Fakat onu görünce tekrar bu ilişkinin başlamasından da korkmaktadır. Tam Neyyir’in yalısına giderken karar değiştirip kızının mezarına gider. Yaptığı her şeye pişman olur ve mezarın başında saatlerce ağlar. Acele ile evine geri döner. Hızla Vedide'nin odasına dalar. Vedide her zamanki gibi seccadesinin üstündedir. Çok eskiden olduğu gibi başını melek karısının dizlerine koyup ağlamaya başlar. Vedide ilk önce tepki vermez, daha sonra ise sıcak gözyaşları Ömer Behiç’in yüzüne damlamaya başlar. Karı-koca birbirlerine sarılıp ağlamaya başlarlar. Ömer Behiç bir şeyi daha yeni fark eder. Vedide'nin simsiyah olan lüle lüle saçları çoktan ağarmıştır…

Ana Fikir

Kendi kültürüne sahip çıkmayan, diğer toplumları körü körüne taklit eden toplumlar yozlaşmaya ve mutsuz yaşamaya mahkumdurlar.

Karakterler

Ömer Behiç: Kültürlü, bir şeyler öğrenme arzusu ile yanan, idealist olmayan bir kişidir.
Vedide: Ailesi için her şeyini feda edebilecek kültürlü, iyi yetişmiş bir annedir.
Bekir Servet: Hayatı günü gününe yaşayan, kadınlara gereken değeri vermeyen, çapkın bir İstanbul beyefendisidir.
Neyyir: Minyon tipli, karşısındakini kendine bağlamayı çok iyi başaran, güzel, fakat Türk aile toplumuna aykırı bir yaşantısı olan bir genç kızdır.
Nebile: Kardeşine göre biraz daha şişman olan ve kardeşi kadar etkileyici olmayan, yaşantısı kardeşi gibi olan bir genç kızdır.

Esir Şehrin İnsanları Çok Ayrıntılı Geniş Uzun Özet

6 Aralık 2014 Cumartesi

Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir


“Teslim olmak başka şey, esir düşmek başka;
Seni sevmek başka şey hürriyet, uğrunda dövüşmek başka!“

Barselona’dan Midilli adası önlerini on beş günde zor tutan, çaptan düşmüş, eski bir şileple üzerinde kuru yemiş yazan sandıklarda, Bolşeviklere yenilmiş Vrangelin beyaz ordularına kaçak silah götürülmüş, aynı şileple Abdülhamid’in yükünü tutmuş vezirlerinden Selim Paşa’nın oğlu mirasyedi Kâmil Beyle, karısı Nermin Hanım İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır. Kâmil Bey karısına hissettirmeden deniz üzerinde serseri mayın gözetler. 1914 savaşı başladığı sırada Saint Tropez’de bir İspanyol ahbabının yanında kalmışlardır. Kâmil Bey savaşa başlarken olayları gözden geçirmiş son altı yılda memleketin 10 Temmuz Meşrutiyet ilanı, 31 Mart olayı gibi iç sarsıntılarla, Trablus, Balkan gibi utandırıcı yenilgiler gördüğünü ve bu uluslararası boğuşmadan yurdunun hiç bir çıkarı olmadığını, tersine uzun süredir İmparatorluğu aralıksız tartaklayan Batılı büyük devletlerin kıyasıya kapışmasını fırsat bilip kendisini toparlamasının akıllıca olacağını düşünmüştür. Bu açıdan bakılınca Osmanlı İmparatorluğu mutlaka savaş dışı kalmalıydı. Kâmil Bey bu hesaba uyarak İspanyol dostu prensin Karyoladaki şatosunda sonbaharı birlikte geçirme teklifini de hiç duraksamadan kabul etmişti.
Osmanlı İmparatorluğunun 1915’de savaşa balıklama girdiğini şatoda öğrendi. Akdeniz’deki İngilizlerden kaçarak Çanakkale’ye sığınan iki Alman zırhlısı, o sırada bir sandal bile ısmarlayamayacak durumda bulunan Osmanlı İmparatorluğu tarafından satın alındığına dair itilaf devletlerinin ( İngiliz-Fransız-Rus ) inanmış görünmesi ve gemilere Yavuz ve Midilli adları konularak Türk bayrağı çekilmesinin üzerinden çok geçmeden bu gemiler Karadeniz’e açılıp oradaki Rus limanlarını top ateşine tutmuşlardı. Böylece temelleri çatırdayan Osmanlı İmparatorluğu zorla Almanya’nın yağma savaşına boylu boyunca sokulmuştu. Savaşa girildikten iki gün sonra Kâmil Bey Madrid büyükelçiliğine baş vurarak durumunu öğrenmek istedi. Elçi, rahmetli babasının dostlarındandı. Kâmil Bey’in Fransızcayı ana dili gibi konuştuğunu sonrada Oxford’u bitirip İtalya’da yıllarca çalıştığını, İspanyolcayı da rahat okuyup konuştuğunu biliyordu. Ona elçilikte tercüman olarak kalmasını teklif etti, oda parasız olarak görevi kabul etti. Üstelik eşinin doğumu yaklaşmıştı. Madrid’deki bir konağa yerleştiler. Sarıkamış’ta doksan bin kişilik orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu Kutülamere’de İngiliz’i bozup generalini tutsak almıştı. Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalı’na dolaşmaya başlamıştı. Savaş cehennemi hızla sürüp gidiyor, Alman-Avusturya, Alman-Bulgar takımlarının pes etmesine doğru doludizgin ilerliyordu. Yine de kimse barışa yanaşmıyordu. 1917 Mart’ında iç yüzü pek anlaşılmayan bir devrim patlak verdi Rusya’da, gelişip yayıldı ve sonunda Anadolu’nun büyük bir parçasını yuttuğundan kimsenin şüphesi kalmayan Çar orduları dağılıp topraklarımızdan çekildiler. Arkadan Birleşik Amerika Almanya’ya karşı savaşa girdi. Bu arada Kâmil Bey’in emlaktan gelen paralar kesildi. İstanbul’daki mülklerini ve karısına aldığı elmasları ucun ucun satarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Mondoros Mütarekesi imzalanıp Osmanlı İmparatorluğu pes edince Kâmil Bey’in para durumu tepe taklak oldu. Memleketten İttihatçı komandolar sıvışmış, işgal altındaki İstanbul’da savaş zenginleri birer köşeye sinip, çarptıkları paraların üzerine oturduklarından ortada emlak alıcısı kalmamıştı.
1919’da yüzde yüz barış beklenirken Yunanlıların İzmir’e asker çıkardıkları ve vuruşmaların başladığı öğrenildi. Kâmil Bey önce Londra’ya oradan da Paris’e atlayıp dayanılmaz bir hal alan para sıkıntısına bir çare ardı. Avrupa alt üst olmuştu. Savaşı kazananlar talan peşine düşmüşlerdi. Kâmil Bey bir süre daha Madrid’de şaşkınlık içinde oyalandı. Sonunda durmanın yararsızlığını anlayarak varını yoğunu satılığa çıkarıp Barselona’dan kendini ve eşini bir külüstür şilebe attı. Geminin salonunda Kâmil Bey’in kızı Ayşe, sofranın şeref koltuğunda oturuyordu. Kaptan, yemekte Bolşevikler’den söz açtı sonra birden lafı Türkiye’ye getirip Kâmil Beye sordu:
–             Ne diyorlar sizin Sosyalistler bu işlere?
–             Bizde Sosyalist yoktur.
–             Yok mu? Olmaz böyle şey... Sosyalistsiz memleket olmaz!
–             Bildiğim biz ayrılmadan önce yoktu.
–             Ne zaman ayrıldınız?
–             1912’de...
–             Sosyalistsiz bir memleket! Kutsal kitabın yazdığı cennet... İnanılır şey değil! Eğer sizde sosyalist yoksa biz Yunanlıları neden çıkardık öyleyse? Geçenlerde okudum, sizde birtakım adamlar Bolşeviklik istiyormuş, başlarında da bir paşa varmış, Mustafa Kemal Paşa!
–             Bolşevik miymiş Mustafa Kemal Paşa?
–             Elbet Bolşevik. Bolşevik olmasa savaştan yana olur mu?
Gemi süvarisi, sonra Bolşeviklikten yana atıp tutmaya başladı.
Çanakkale’ye öğle üzeri varıldı. Kâmil Bey, vapura gelen satıcılardan çeşitli haberler edindi. Ortalıkta bir manda lafıdır gidiyordu. İstanbul’a indikleri gün Nermin’in eniştesine gideceklerdi.
Geminin adı Marie Galante idi. Anlamı Aziz Meryem olan gemi adı, Kristof Kolomb’un ilk sefere çıkışındaki üç yelkenlisinden birinin adıydı. Gemi Ahırkapı Feneri’ni dolanıp limana girerken herkes güverteye üşüşmüş, İstanbul’u seyre dalmıştı. Yabancı gemiler boğazı doldurmuştu.
Kâmil Bey’in kulağında birden, karısının İstanbul’u görür görmez ‘ Ah canım İstanbul’um ’ avazesi yankılandı. Gemiden iner inmez karısı Nermin’in eniştesine gittiler.
Bir İngiliz Entellicens servis subayı merakla her şeyi tetkik ediyor, her konuşulana kulak kabartıyor; enişte bey İngiliz Dostları Cemiyeti’nin kurucu üyesi olmuştur, derneğin başında Sait Molla vardır. İngiltere’den rahip Fruw bu derneği güçlendirmek için yola çıkarılmıştır.
Kâmil Bey, İngiliz misafir Sir Henry Dickson’a İngiliz dostlarına kaç üye kaydolduğunu sorar. Aldığı karşılık: “Geçen ay yazılanlar elli bini aşmış, belki bu güne kadar altmış bin olmuştur. Kâmil Bey « bu rakamda biraz abartma var gibi geliyor bana. Ben İngiltere adasının haritadaki yerini bilenlerin bile aramızda bu kadar olmadığı kanısındayım.” der. İngiliz, “Aydınlardan çok halka gidilmelidir. Bir yanında Türk, bir yanında İngiliz bayrağı olan bir vesika dolduruluyor resimli; işgal kuvvetlerinden bu vesikayı alanlar kolaylık görüyorlar.” der.
İngiliz, Kâmil Bey’e “İktisadi durumunuzun savaş sırası bozulduğunu duymuştuk. Size bir yardımımız dokunabilir mi?” diye sokulur. Birden Şirketi Hayriye hisse senetleri olup olmadığını sorar. Karşılık alamayınca , “Boğaziçi vapurlarına Fransızlar el atmak istiyorlar. Biz razı olmuyoruz. Eğer Şirketi Hayriye hisse senetleriniz varsa yüksek fiyatla hemen satın alabiliriz.” der. Kâmil Bey hayretle karşılık verir:
–             Aklımda kaldığına göre, bu çeşit hisse senetleri, Türklerden başkasına satılmaz diye arkasında yazılıdır. Tüzüğü de böyledir.
–             Tüzükler değişir, değişmese de Türk-Fransız olanlar hiç mi yok aranızda?
Bu sözüyle Kâmil Bey’in de Türk-İngiliz olabileceğini ima etmişti. Kâmil Bey anlamamazlığa vurmuştu:
–             Olmaz mı? Şu halde artırmaya binecek... En çok verenin üstünde kalacak bizim Boğaziçi vapurları, desenize...
–             Hayır! Biz de, Fransızlar da açıktan açığa rekabete girişmek istemiyoruz. Demek bu şirkette yok hisseniz... Aklımda yanlış kalmış... Ya bir başka Kâmil Bey var, ya ona benzer başka bir ad... Sizinle ilintilerimizi zorlaştıran bir mesele de soyadı taşımamanız. Herkes Mehmet, herkes Ahmet... Yanılmışım, özür dilerim... Ama gene de yardım edebiliriz birbirimize. Musul petrollerinde oldukça önemli hisseniz olduğunu biliyorum. Osmanlı hanedanı çoktan satmaya başladı hisselerini. Geçenlerde, Abdülhamid’in kızlarından Şaziye Sultan’a küçük bir hisse için on bin İngiliz altını verdik. Aslında biliyorsunuz, Musul ve çevresindeki petrol alanlarının gerçek sahibi Abdülhamid’di. İttihatçılar elinden aldılar... Biz, bunu olupbitti sayabiliriz. Barışta bu topraklar mutlaka sınırlarınız dışında kalacak. Kılıç hakkının ne demek olduğunu siz Osmanlılar daha iyi bilirsiniz. Hiç bir şey ödememek de mümkündü fakat İngiliz İmparatorluğu eski düşmanlarının mülkiyet haklarına bile saygılıdır. Sizin hisseniz Şaziye Sultanınkinden pek fazla değilse de az da değildir.
Kâmil Bey gülümsüyordu. İngiliz subayı birden değişmiş, soylu savaşçılıktan madrabazlığa geçip eskici Yahudilerin kelimeleriyle konuşmaya başlamıştı.
–             Enişteniz dostumuzdur. Sizinle dost olmamamız için de hiç bir sebep yok. Hisselerinizi bize satmamanızda...
–             Bir yanlışlık olacak Sör, benim petrolde hissem yok, Kerkük’te bir takım topraklarım var.
–             Evet, biliyorum. Petrolü mahsus söyledim. Bu toprağı satın bize...
–             Hiç düşünmedim. Rahmetli babam toprak satmayı sevmezdi. Vasiyeti var bana.
–             Osmanlı vatandaşısınız! Savaştan sonra dünya çok değişti. Bunu sizin gibi bir insana kolayca söyleyebilirim. Savaştan sonra Osmanlı vatandaşları için dünyada yaşamak pek kolay olmayacak gibi.
–             Topraklarımı satarsam savunacak mı beni İngiliz İmparatorluğu?
–             Aslında İngiliz İmparatorluğuna atacak değilsiniz topraklarınızı... Gülbenkyan adında bir vatandaşınıza satacaksınız. Toprağımızı bir Ermeni’ye satmakla savaş içinde işlenen Ermeni Kırımı usçundan da temizlenmiş olacaksınız, bir bakıma...
–             Suçlu muyum ki? Olay terinden binlerce kilometre uzakta olmama rağmen...
–             Manevi suçluluktan, diyelim.
Herkes odalarına dönünceye kadar konuşma bu şekilde sürer. Kâmil Bey bütün baskılara karşı durur, elli bin altına bile olmaz deyip dayatır.
Odalarına dönünce Kâmil Bey, karısının da aynı ağızdan konuştuğunu duyunca kumpasa sıkıştırıldığını anlar. Eniştesi Nermin’e : « kocanı kandırıp topraklarını İngilizlere satmaya razı edersen sana bir elmas yüzük var » demiştir. Bunun üzerine Kâmil Bey iyice bunalarak hemen Serencebey’deki konağa taşınmaya karar verir. Bir gün Bağlarbaşı’ndaki, anneannesinden kalma konağı görmeye gider. Bina haraptır, oturulacak halde değildir. Tamir edilip edilemeyeceğini öğrenmek için Nuh Kuyusu’nda bahçeli kahveye giderler. Orada eskiden tanıdığı Cemal Usta’yı sorar. Ustayı bulur ve usta uzun hesaplar sonunda onarım için yedi yüz lira ister. Ama Kâmi Bey’in o sırada bu parayı verecek durumu yoktur. Kara kara düşünürken usta köşkü ne yapacağını sorar. Kâmi Bey’in hiç bir fikri yoktur. Usta, köşkün yıkıcıya verilmesini ve yıkıntıdan sokağa atılsa bin bin beş yüz lira gelebileceğini söyler. Kâmi Bey buna çok sevinir ve hemen kabul eder. İşe ertesi gün hemen başlanır ve onarım on beş gün içinde bitecektir.
...
Nermin Hanım bavulları taşıdıktan sonra köşke girer. Evi dolambaçlı bulur. Eski eşyalara küçük parçalar katarak evi zevkle döşer, yerleşir.
16 Mart 1920 sabahı, Kâmi Bey bahçede çalışırken Cemal Usta gelir ve İngilizler İstanbul’u işgal ettiğini, kan gövdeyi götürdüğünü, Beyazıt Fatih taraflarında on on beş ölü bulduğunu bildirir. Kâmi Bey şaşırır:
–             İnanılır şey değil... İşgal altında olan bir şehri neden tekrar işgal etsinler. Tutuklamışlar mı kimseyi?
–             Duymadım.
Ertesi gün işgal sırasında beş Türk askerinin öldürüldüğü, bunların Şehzadebaşı karakol erleri oldukları ve uykuda iken şehit edildikleri, Harbiye Nezareti Genel Kurmay Başkanlığı, tersaneler, kışlaları işgal edilip silahtan tecrit edildikleri sırada hiç bir çatışma olmadığı öğrenilir. Bunun üzerine Kâmil Bey kuşkulu bir kaç gün geçirir.
18 Mart’ta sadrazam olan Salih Paşa sekiz gün sonra çekilir. Yerini Tevfik Paşa doldurur. İngilizler, kimi milletvekillerini mecliste tutukladıklarından, meclis başkanı ile bir takım mebuslar savuşurlar.
Kâmil Bey sıcaklar bastıkça bahçeye inip çalışmaz olur. Gün geçtikçe yoksulluğu artar. Tanıdıklarının çoğu Anadolu’ya geçtiklerinden arayanı soranı da pek kalmaz. Cemal Usta aracılığıyla Anadolu’dan hep kötü haberler alır. Bolu-Düzce ayaklanmasının bir türlü bastırılamadığını, bir yandan Beypazarı’na öte yandan Adapazarı’na doğru başkaldırmanın genişlediğini, Konya ve Yozgat’ta kötü kımıldamalar olduğunu öğrenir. Anzavur, üçüncü kez ortaya çıkmış, Tokat yakınlarında taburlar bozmuştur. Yunanlıların Anadolu’daki genel saldırı söylentileri yayılmaktadır.
Bir gün kapısı çalınır. İmamın kendisini aradığını söylerler. Gider. İmam Mümin Hoca, binbaşı emeklisi Hasan Bey karşılarlar. Bunlar, Anadoluculara karşıdırlar. Her zaman Peyam Sabah Gazetesi okurlar. Cemal Usta konuşmada:
–             İttihatçı aranacak sıra değildir. Vatan kurtarmaya el birliği ile çabalamak sırasıdır, diye ortaya bir laf atar.
Topçu binbaşılığından emekli Hasan Bey:
–             Orada dur Cemal Usta!... Bu zamana kadar sen hiç vatan batıracağım diye ortaya çıkan gördün mü? Anadolu’da Milliciler dediğin padişaha, hilafete bağlı mıdır?
–             Elbette. Şüphen mi var?
Binbaşı yine diretir:
–             Bunlar padişahın hakkına göz dikmiş takımıdır.
Kâmil Bey kahvedeki bu çekişmelerden, İstanbul’daki padişah çevresi ile Anadolu’daki Mustafa Kemal taraftarlarının karşı karşıya geldiklerini ve Merdivenköy’den öteye artık Anadolu’dakilerin borusunun öttüğünü anlar.
Kâmil Bey, avukatı ile kira, alacak verecek konusunu gözden geçirince durumunun umduğundan da berbat olduğunu öğrenir. Bir gün okul arkadaşı İhsan, bir dergi işi önerir. Kara Dayı dergisi… Kâmil Bey:
–             Becerebilir miyim acaba? Ne iş yapacağım?
İhsan:
–             Sen resimden anlarsın, güzel yazı da yazarsın… Derginin teknik işleriyle uğraşacaksın; sayfa bağlayacaksın, düzeltmeleri yapacaksın… Baskıya, satıcıya koşacaksın… Neden beceremeyesin ki?
Kâmil Bey’ in zaten işe ihtiyacı vardır ve hemen bu iş kabul eder.

Kemal Tahir, baş döndürücü olaylarla alt üst olan memleketin durumunu şu sözlerle anlatır:
“İslamcılığın üç yüz elli milyona varan kalabalığı, Turancılığın yüz milyonla hesaplanan uçsuz bucaksız hesapları üzerine kurulan hayaller, Balkan bozgunundan sonra, asırlık baskılarla hadım edilmiş sinirlere şehvetli bir kımıldama vermiş, dört yıllık kanlı boğuşma, bu bunak sinirleri, işte bu bitkin kımıldanmanın tam ortasında çekip koparmıştı.
Osmanlı aydınları için, artık geçmişe sığınmaktan başka çare yoktu ama bu sığınılacak geçmişi iyi saptamak gerekiyordu. Anadolu, bir sürgün yeridir ki vaktiyle ucu Avrupa’daki Jön Türklere uzanırdı. Şimdi artık, memleket Jön Türklerden de boyunun ölçüsünü almış bulunuyordu. Oturup hüngür hüngür ağlamaktan başka iş kalmamış gibiydi.”

Nedime Hanım, konuşma arasında “Üzerine devrilip İmparatorluğu biz aydınlar mı ezdik, yoksa İmparatorluk üzerimize devrilip bizi mi ezdi? Sonuç aynı kapıya çıkar. Her halde, zaferden sonra memleket yine bizlere bırakılmamalı. Bu ihanet olur. İhsan der ki : ‘ Meşrutiyet memlekete hürriyeti getirmiş getirmesine ama sonra götürüp hürriyeti, dövüşerek elinden aldığı despot takımına bırakmış yine…”
–             Çok doğru… Bütün hata, inkılabın halktan uzak kalması oldu. Bir de baktık inkılapçılar padişah damadı oluverdiler. Hem hangi padişaha… Genel merkezde “Beyez öküz” diye alay edilen, konyak düşkünü bir bunağa!… Enver – Cemal – Talat Paşaları zavallı beyaz öküzün oturduğu tahta yaklaştırıp saçak öperlerken gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz? Bu seferki harekete millet ister istemez, az buçuk damgasını vuracak.
Kara Dayı dergisi ilerleyen zamanda gazete olarak çıkmaya başlamıştır. Bu gazeteye önce Babıâli esnafı çok önem vermez ama zamanla ilgilenir. Şairler, yazarlar haftada bir iki uğrar olurlar. ‘ Nedime Bacı’da buluşalım. ’ parola olur aralarında.
Kara Dayı yazıhanesine ünlü şairler, yazarlar, ressamlar dışında sivil elbise giymiş zabitler, gizli örgüt mensupları da uğrar. Bunların her birinin ayrı parolası vardır. Araya karışan hafiyeler, çoğu kez ürkekliklerinden anlaşılır.
Kara Dayı’nın basıldığı yerde çalışan, kırmızı yanaklı, abdal suratlı oğlanın polis ajanı olduğu bilinmektedir. Bir kere de, göğsü madalyalarla dolu, subay elbiseli biri gelip, Anadolu’ya mühim planlar yollayacağını ve buna Kara Dayı’nın aracılığını istediğini söyler. Ajanlığı her tarafından dökülmektedir. Nedime Hanım hemen, Kara Dayı’nın Anadolu ile hiç bir bağı olmadığını kesinlikle belirtip savar. İdarehanenin karşısındaki kahvede sürekli olarak, bir görevli gözcü durur. Kâmil Bey yarı külâni yarı efendi kılıklı biri tarafından izlenmektedir. Çok geçmeden marangoz Cemil Usta, Bu adamın Bağlarbaşı’nda Kâmil Bey hakkında soruşturma yaptığını kendisine iletir.
Bekir Ağa bölüğünde, önce hürriyetçileri dayağa yatırıp sonra kulaklarına eğilerek « biraz dişini sık, sakın söyleme, şimdi dayak faslı bitecek » diyen polisler de vardı. O sıra herkesin saygısını toplamış İzmirli Niyazi, Kuvayi Milliyecilerin en güvendiği kişidir. On dört yaşında İzmir cinayet mahkemesine kâtip girmiş, yirmisinde evlenmiş, yirmi dördünde Jön Türklüğe soyunmuş ve her şeyi yüz üstü bırakıp Avrupa’ya kaçmış ve o tarihten beri de her önemli olayın göbeğinde yer almıştır. Niyazi Efendi; 31 Mart’ta Taşkışla’da yobazlarla boğuşmuş, Trablus’a, Balkan’a karışmış, seferberlikte başçavuş olarak bütün cephelerde çarpışmış, Demirci Efe ile birlikte Yunan’a ilk kurşunu sıkanlardan. Biricik oğlunu Rum çeteleri doğramış. On altı yaşındaki kızının ırzına geçmişler. Karısından bir buçuk yıl mektup almamış. Onu görmek için düşman işgali altındaki topraklara gizlice sızmış. Ama orada çok önemli haberler öğrendiğinden karısını bulmayı başka sefere bırakıp kıtasına geri dönmüş. O sırada bir basım evinde çalışır görünüyor. Karakol teşkilatı ve Mim Mim grubu ile ilişkisi var. Bu yüzden haftalarca ortada görünmediği olur. Düşmana kini, ikinci bir kalp gibi çarpar onda… Gözü pekliği anlatılmaz. Her zaman Polis Müdürlüğü’nde, Jandarma Merkez Komutanlığı’nda ahbapları vardır. Kara Dayı idarehanesine haftada bir mutlaka uğrar. Nedime Hanım’ı yoklar. Bir uğrayışında Nedime Hanım, Kâmil Bey ile Niyazi Efendi’yi tanıştırır.
Nedime Hanım, Anadolu’dan en doğru haberleri almak için, Niyazi Efendi’nin yolunu bekler. Durum kritiktir. Çerkez Ethem ─ Ordu, Demirci Efe ─ Ordu çatışmaları, namuslu insanların sinirlerini bozmuştur. Öte yandan düşman Eskişehir’e doğru ilerlemektedir. Niyazi Efendi bir takım iyi haberlerle gelmiştir. Çerkez Ethem Bey önceleri cephe kumandanlarıyla geçinememiş, sonra Refet Bey’i bahane ederek Ankara’yı basmaya kalkmış. Mustafa Kemal Paşa az bulunur kumandanlardan olduğunun ispat ederek, hiç duraklamamış, kötülüğü daha büyümeden tepelemeyi kararlaştırmış, 29 Aralık’ta Ethem kuvvetlerine saldırılması emrini vermiş, 5 Ocak’ta Ethem Yunanlılara sığınmak zorunda kalmış.
İnönü’de üç gün üç gece dövüşülmüş. Nihayet düşman eski yerine, Bursa önlerine püskürtülmüş. “Biraz toparlamaya yetecek kadar zaman kazandık. Bu da dehşet bir şeydir.” der Niyazi efendi…
Bir gün tramvay beklerken karşılaştığı okul arkadaşı Ahmet, Kara Dayı idarehanesine bitkin girer. Selam bile vermeden Niyazi Efendi’nin gelip gelmediğini sorar. Dışarıda kar yağdığı halde Ahmet’in suratı ter içindedir:
– Bize yarına kadar otuz dokuz lira lâzım… Der.
Şakalaşıyor sanırlar.
–             Neden kırk değil de otuz dokuz, diye de sorarlar.
Ahmet öfkelenir:
–             Çünkü Paşaoğlu, on bir bin lirası elde…
–             Demek elli bin lira lâzım?
–             Ne sandınız… Paraları götürür Avrupa’da tıkır tıkır yersiniz… Sonra kendine gelir. Biz neler konuşuyoruz Yarabbi? Bu para bulunmazsa şerefsizim kendimi öldürürüm. Nerede kaldı bu Niyazi… Ne ağır, ne vurdum duymaz adam…!
–             Yoo! Niyazi ağabeyime laf söyletmem…
–             Niyazi ağabeyinize!… Siz, kuzum, İnebolu’ya götürülmek üzere gemiye yüklenmiş bin ton cephane ne demektir bilir misiniz?
Nedime Hanımla Kâmil Bey bir ağızdan sorarlar:
–             Bin ton cephane mi?
–             Haliç’te bin ton cephane vardı. Aylardan beri gönderilemiyordu. Vapur bulamamıştık. Sonunda Niyazi Efendi on bir bin liraya Ararat isimli bir vapur buldu. Yarısı peşin yarısı İnebolu’da. Bu vapur boyanmak bahanesiyle Haliç’e girdi. Kasımpaşa ile Fener arasında bir şamandıraya bağlandı. Hamallar ikiye ayrıldıkları için bir gecede bitirilemeyen işler tehlikeli. Salih Reis, en güvendiği elemanlardan bir ekip hazırlayacak, teker teker yükleme yerine yollayacaktı. Mim Mim grubu da bu işe ayırdığı arkadaşları ardiyeye birer ikişer gönderdi. Yüklemede vinç kullanılmıyordu. Bu yüzden üç gecede ancak altı yüz elli ton yüklenebildi. Dördüncü gün yani dün, vapurun Haliç’te bulunmasının tehlikeli olacağı haberini aldık. Fazla beklemeden Sirkeci Rıhtımına yanaşması gerekiyordu. Dün çektiğim azabı anlatamam. Sanki bütün İstanbul halkı hafiye olup peşime düştü. Gemiye gidip haber vereceğim… Sonunda haberi başka biriyle gönderdim. İngilizler pirelenmiş. Üstünkörü bir araştırma… Düşünün, yalnız kırk bin Mavzer mermisi var. Gülleleri saymıyorum. Bu sabah Ararat’I Sirkeci Rıhtımında gördüm çok şükür. Yolcu alıp hareket edecek. Sevinçle ardiyeye geldim. Niyazi Efendi telaşla; kalk birader, mesele çok önemli dedi. Vapuru aldığımız herif hemen görüşmek istiyormuş. Evine gittik. Durum tasarladıkları gibi çıkmamış. Vapuru kurtarmak için İngilizlere rüşvet vermek gerekiyormuş. Kısacası vapur, elli bin lira ile yola çıkabilirmiş.
Saat bir buçukta Niyazi Efendi gelir. Parayı o da bulamamıştır. Çaresiz kalmışlardır. Kâmil Bey, vapuru kiraladıkları adam Rozalti’nin nasıl bir adam olduğunu, vapurun kime ait olduğunu sorar. Vapur La Fransez şirketinindir. Rozalti şirketin bir memurudur. Kâmil Bey birden hatırlar. Eniştesinin salonunda, bir gece bu şirketin direktörü ile tanışmıştır. O gece direktör, Kâmil Bey’de iyi bir izlenim bırakmıştır. Ahmet’le hemen La Fransez şirketine gidip direktörle görüşmeye karar verirler.
Direktör onları iyi karşılar. Kâmil Bey’i hatırlamıştır. Kâmil Bey hiç hazırlıksız söze başlar:
–             Biz vatanımızı kurtarmak istiyoruz. Buna her millet kadar hakkımız var. Yani buraya tüccar müşteriler gibi gelmedik. İstenilen paranın değersizliğini biliyoruz. Bizim için malınızı daha ucuza tehlikeye koymanızı isteyemeyiz. Fakat ilk pazarlıktan sonra… Aradaki fark pek büyük… Hem de beş misli… Bu parayı ödemeyecek değiliz ama şu sırada bulup buluşturmak imkânsız…
Direktör söylenenlerin hiç birini anlamaz. Ararat vapuru adını duyunca birden ayılır:
–             Şu cephane meselesi mi? Peki n’olmuş?
–             Elli bin lira…
–             Ne elli bin lirası?
–             Vapurdan şüphelenmişler. Bu yüzden parayı elli bine çıkarmışsınız.
Direktörün bundan haberi yoktur. Rozalti’nin arttırmayı kendi yaptığı anlaşılır. Direktör, en yüksek ücreti, yani on bin lirayı istemiştir. Bin lirayı da Rozalti, komisyon olarak bir Türk’e vereceğini söyleyerek kabul ettirmiştir. Direktör, işi anlayınca Rozalti’nin işine son vermek ister ise de Kâmil Bey mani olur. Zira herif, cephane işini bildiği için düşmanlık yapabilir. Vapura, kahveci olarak bir adamlarını da aldırmayı isterler. Direktör beş kişi bile koyabileceklerini, ayrıca İnebolu’ya kadar kıyı boyu gitmesi ve tehlike sezerse baştan kara etmesini de kaptana tembih edeceğini söyler ve ekler:
–             Bütün dünya ile görüşmeyi göze alan, parasız, yani silahsız dövüşçülere karşı, ben yalnız saygı duyarım. Yolunuz açık olsun.
Kâmil Beyle Ahmet sevinçle çıkarlar.
Ertesi sabah, vapur hiç bir güçlükle karşılaşmadan boğazı geçmiştir. Öğlene doğru Niyazi Bey çıkagelir. Sıkıntı içinde dolanıp durmaktadır. Sonunda baklayı ağzından çıkarır. Ahmet tutuklanmıştır. Her halde Ararat’tan ötürü. Bekir Ağa bölüğüne atılmıştır. Düşmanın Bursa – Uşak cephesine saldırı plânları ele geçirilmiş, bu plânlar acele Ankara’ya gönderilmek üzere Ahmet’e verilmiş. Ahmet’te Nedime Hanım’a vermiş. Şimdi bu plânları, yarın kalkacak olan Gülcemel vapuruna yetiştirmek için Nedime Hanım’ı mutlaka bulmalıymış.
Kâmil Bey, ne yapıp yapıp plânları ele geçireceğini, Niyazi’ye vâd ederek onu başından savar. Aklından Ahmet’in tutuklanmasının Nedime Hanım’dan gizlenmesi gerektiğini düşünür çünkü Nedime Hanım’ın doğum sancıları artmıştır ve öğrenmesinin tehlikeli olacağı kanısındaydı. Ahmet’i sorarsa da İzmit’e gittiğini söyleyecektir.
Kâmil Bey, Nedime Hanım’ı merak ederek bir ara yanına gider. Nasıl olduğunu sorar? Yalan üstüne yalan söyler ama pek beceremez ve sonunda gerçeği olduğu gibi anlatır. Şayet yakalanırsa, Nedime Hanım’ı bu işe hiç karıştırmayacağına onu ikna eder. Söz konusu plânları alıp uzaklaşır.
Gece yarısı saat üçte eve döndüğünde karısını yemeğe beklerken uyumuş bulur. Geciktiğinden ötürü münakaşa ederler. Kadın, bu tartışmada hala hanımın anlattıklarını sayar, döker. İngiliz subayların, Kâmil Bey’in son davranışlarından hiç memnun olmadıklarını bildirir. Enişte Bey’in İngilizlere mal satmak üzere bir şirket kurma hususunda görüşmek için Kâmil Bey’i acele görmek istediğini ve ertesi günü kocasını göndereceğine söz verdiğini sözlerine ekler. Kâmil Bey, bu düşmanla alış veriş işini duymakla tepesi atar. Karısıyla kavgaya varan ağız tartışmasına tutuşur. Tartışma sırasında Kâmil Bey, memleketin durumundan, zaferden söz ettikçe Nermin onu alaya alır. Sonunda, kocasına « ben yoksulluk çekemem » diye tutturur. İyice bozuşup yatarlar.
Kâmil Bey, Niyazi Efendiyle bir gün önce Kara Dayı idarehanesinde konuşup sonra da Nedime Hanımla anlaştıkları üzere, o gün öğle vakti gayet önemli belgeler bulunan bir kuru üzüm sandığını, Tophane Rıhtımında bulunan Gülcemel vapuru kahvecisi Ramiz Efendi’ye verirken suçüstü yakalanır. Sorgusu yapılır. Ramiz Efendi’yi daha önce tanımadığını ve sandıkta belgeler olduğunu bilmediğini söyler. Ararat vapuru hikayesinin polisçe bilindiğini, tahkikat yargıcı önündeki tutanaklar okunurken öğrenir. Sorguda, bilhassa bu işle Nedime Hanım’ın hiç bir ilgisi olmadığında diretir. Sorguda, Nedime Hanım’ın Ararat vapuru işiyle de « hiç bir ilgisi yoktur » der. Sorgu yargıcı, « ama Nedime Hanım direktörle konuşmuş » deyince de « Hayır, direktörle ben konuştum » diyerek suçu zerine alır. Uzun sorgudan sonra, Kâmil Bey bütün zekasını kullanarak Nedime Hanım’ın bu işlerden hiç haberi olmadığına ve ortada suç varsa bu suçu kendi yaptığına sorgu yargıcını inandırır. İfadeyi buna göre yazdırır.
Sorgu yargıcı Ahmet’i getirir Kâmil Bey’in karşısına. Nedime Hanım’ın her şeyden haberli olduğunda Ahmet ısrar eder. Sonunda Kâmil Bey dayanamaz, yargıcın müdahalesine rağmen, bağırarak Ahmet’in Nedime Hanım’a aşık olduğunu, bunu kendisine, evli olduğunu bilmesine rağmen, söylediğini ve Nedime Hanım’ın ona olmaz dediği için iftira attığını söyler.
Ahmet durumu hemen anlar ve bir eliyle gömleğinin yakasını çekiştirerek « ben namussuzum, namussuzun biriyim » diyerek hüngür hüngür ağlamaya başlar. Dışarı çıkarırlar.
Aşk lafını nereden çıkardığına Kâmil Bey kendisi bile inanamaz. Bu sözlerle Nedime Hanım’ın namusuna leke sürebileceğini bile düşünemez. Yalnız bir tek maksadı vardır: Nedime Hanım ele vermemek… Karşısına tanıdığı bir insan kılığında çıkan bu etten kemikten alçaklığı durdurmak…
Sorgu yargıcı Kâmil Bey’e:
–             Ramiz’i tanımadığınızı hâlâ iddia ediyor musunuz?
–             Evet, tanımıyorum, ilk görüşüm.
–             Ama o sizi tanıyormuş!
–             O da yalan söylemiş öyleyse… Bir kelime bile konuşmadım bu adımla daha önce.
Ramiz içeri alınır:
–             Ulan Ramiz! Sen Nedime denen o karıyı tanımam dememiş miydin?
–             Evet, tanımam!
–             İşte Kâmil Bey söyledi. Sana böyle kağıtları hep o getirirmiş!
–             Yalan aman yüzbaşım yalan…!
Ramiz’in iğrenmiş gibi Kâmil’i süzmesi, Kâmil’in hoşuna gider; kaşlarını hafifçe kaldırıp « yalan » anlamında bir işret yapar. Sorgu yargıcı zorlayınca, Ramiz:
–             Ben böyle işlere girmedim Beybaba… Devlet, millet sayesinde gül gibi geçinip gidiyoruz şurada…
–             Ya Nedime her şeyi itiraf ettiyse?
–             Gelsin, yüzüme desin!… Asla kabul etmem…
–             Öyleyse sana iyilik yapmak haram. Bu gece seni bir güzel ıslatsınlar da bak nasıl bülbül kesilirsin?
Ramiz tam külhanbeyi ağızıyla uzun uzun anlatmaya başlar. Yargıç sustursa da o yine konuşur. İfadesini verir ve imzalar.
Uzun tartışmalardan sonra, kadının bu işle hiç bir ilgisi olmadığı kesin olarak belirtilir. Sorgudan sonra, Kâmil Bey, gardiyan askere bir lira uzatır. Bir ahali sigarasıyla öteberi aldırtır.
Kâmil Bey, yalnız kalınca, sorguda Ahmet’i namussuz yapıp çıktığını düşünerek üzülür. Ama sonra onun Nedime Hanım’ı ele verişini hatırlayarak, davranışının doğru olduğuna karar verir. Birden, Ramiz’e yapılacak işkence aklına gelir, ama hemen sonra, Ramiz’in onu ele vermeyecek bir tip olduğu inancı endişesini yatıştırır.
Kâmil Bey, gardiyan askerle ahbap olur. Gardiyan İbrahim, Vahap Çavuş adında bir dayakçının Ahmet’i çok dövdüğünü ve bayılttığını anlatır.
Kâmil Bey, bir ara bağırtı duyar. “Yine Ahmet’e işkence yapıyorlar.” diye düşünür. Sonra Niyazi Bey’in tutuklanmaması gelir aklına. “Tutuklansa, Ahmet’le olduğu gibi yüzleştirirlerdi, yoksa tutuklandı da işkence de öldü mü?” diye geçirir aklından. Bir süre sonra pis yatağa, gözünü kapatıp uzanır.
Ertesi sabah, İbrahim’e, Niyazi’yi sormak gelir aklına. “Senin gibi Çankırılı, kısa, kamburca bir adam…“ diye anlatır. Gardiyan: “Yanlışın var beyim.” der.
–             Belki sen görmemişsindir. Yukarı götürmesinler?
Gardiyan hemen fırlar, gider. Dönüşte Niyazi diye Çankırılı biri gelmediğini söyler. Sonra Kâmil Bey’in kulağına yanaşıp:
–             Hani Ahmet diye selam saldığın adam vardı ya, keşke selamını götüreydik. Gece kendini asmış… Yatak örtüsünü kesip ip yapmış…
Ahmet’in ölümü Kâmil Bey’i allak bullak eder. “Peki, Niyazi tutuklanmadığına göre, yalanım nasıl çıkıyor ortaya?” Birden olayları yeniden gözden geçirir. “Bu yalanın muhakkak Niyazi’den çıkması gerek. Niyazi tutuklanmadığına göre, demek ajan…!” Bu karara varınca olduğu yerde sendeler. “Ahmet’in sırtına meğer Niyazi’nin ihanet hançeri saplanmış.“
Kendini karyolanın üzerine bırakır. Böylece ne kadar kaldığını kestiremez. Birden kapı ardına kadar açılır. Sarı benizli, çatık kaşlı bir subayla, üstüne hiç saygı göstermeyen, kalın dudaklı bir çavuş dikilir karşısına. Subay gönülsüz sorar:
–             Gazete ister misiniz? Peyam Sabah getirsinler, diğerleri zaten yasak…
Kâmil Bey, eve haber verilmesini ve çamaşır istediğini söyleyince:
–             Yollarız, getirsinler. Tıraş için de berber gönderilsin, diye emir verir.
Kâmil Bey’i, tıraştan sonra, Kurmay Binbaşı Burhanettin Bey’e çıkarırlar. Burhanettin Bey hemen söze girer:
–             Sizi, karşılıksız bir fedakârlığa itelemişler. Çıkarı olmayan bir yola…
Bu sıra telefon çalar. Her halde telefonda biri Kâmil Bey’i soruyor olmalı ki Binbaşı “Burada. Anlaşacağız.” diye karşılık verir.
–             Sizi Roma elçiliğimize kâtip düşünüyorlar…
–             Bu teklifinizi yarına kadar düşünmem için izin verin…
–             Şimdi asıl meseleye gelelim. Olayı ört bas etmek için bize mutlaka bir suçlu gerekli…
–             Bu iş için en uygunu Ahmet Beydir.
–             Ahmet Bey öldü. Bize canlı bir suçlu gerekiyor.
–             Tamam. Niyazi, İzmirli Niyazi… Kamburca, kısa boylu…
–             Olmaz efendim. Olayı biliyoruz. Yalnız delil yok ortada. Ararat vapuru acentesi kendisini görmediğini söyledi. Niyazi’nin o gece evde olduğuna tanıklık yapanlar var. Gerçeği yalnız siz biliyorsunuz.
–             Ben mi biliyorum? Size hiç bir suçu olmayan Nedime Hanımı teslim edeyim mi istiyorsunuz?
–             Yeniden başlayalım. Yaptığınız lüzumsuz bir fedakârlık. Kendinizi mahvediyorsunuz. Üstelik geçim durumunuz da berbatmış…
–             Bana korkunç bir durumu fark ettirdiniz beyefendi! Kendimin, bu kadar alçak bir herif olduğumu bu güne kadar fark etmemiştim. Roma başkâtipliğini nasıl da kabul ediverdim hemen… Oysa burada devlet mi kaldı ki Roma’da elçiliği olsun!… Affedin, rahatsız ettim…
–             Hemen heyecanlanmayın canım!… Oturun… Sigara?
–             Sıra Şeytan Adası korkutmacasına mı geldi yoksa? Bunu da Yüzbaşı Bey söylediler eksik olmasınlar… Bakın, biz ikimiz de çocuk değiliz… Memleketi işgal etmiş düşmanla dövüşenleri asla affetmeyen acayip vatanseverlerin elinde olduğumu biliyorum.
–             Fakat o kadını kurtaramazsınız…
–             Ne korkunç bir söz! Gebe bir kadını, suçsuz olduğu halde mahvederek Roma elçilik başkâtibi olma teklifini nasıl yapabiliyorsunuz? Müsaadenizle…
Aradan üç gün geçtikten sonra Kâmil Bey’in odasına dalan İbrahim:
–             Hadi beyim! Çabuk… Aman ha… O karagözcü soytarı su dökmeğe çıktı!
–             Ramiz Efendi mi?
–             Artık bilemem… Çabuk, ne diyeceksen de… İbriği de al… Elini yıkar gibi davran… Biri gelirse ben öksürürüm. Abdülvahap çavuş az kalmış ki fukaranın gözünü patlata… Öyle bir sopa çekmiş ki…
Musluk başında sıskası çıkmış, titreyen Ramiz Efendi’yi görür. Sağ gözü kapanmıştır:
–             Geçmiş olsun arkadaş! Size bir şey söylemek istedim de… Kendim için değil, Nedime Hanım için… Kadındır, belki şaşırtırlar… Size yaptıkları gibi « Kâmil her şeyi söyledi » derler. Bir haber yollamak lâzım. Ben hiç bir şey söylemedim. Hani bir Niyazi Efendi var? Bilmem tanır mısın? Hepimizi yakan o. Nedime Hanım’a haber salmalı. Ben bunu beceremem. Siz belki bir çare bulursunuz. Nedime Hanım ona körü körüne inanırdı. Niyazi’den sakınsın. Ararat vapuru işinde galiba bizi soymak istedi. Beceremeyince de intikam aldı. Ahmet’in kendini asmasını da arkadaşlara bildirmeli. Nedime Hanım için delil bulamadılar.
Bu sırada İbrahim kapıyı aralayıp seslenir. Ramiz elinin sabununu bile durulamadan yürür. Kâmil Bey karşısındakinin, sözlerinden bir şey anlayıp anlamadığını bile kestiremez.
Öğle üzeri bir teğmenle yanında Abdülvahap çavuş hışım gibi, Kâmil Bey’in odasına girerler. Yukarı götürürler. Girdiği odada Nermin’le karşılaşır. Karısı “Bunu bize neden yaptın ?” diye tutturur. Odada enişte beyle İngiliz yüzbaşısı vardır. Kâmil Bey Ayşe’yi sorar. Nermin büsbütün sinirlenir. “Bir de onu mu getirecektim? Nedir bu başımıza gelen?” der. Nermin İngiliz yüzbaşısının uyarısı üzerine geri kalan sözlerini Fransızca söyler. Eve bir takım kılıksız adamların gelip Kâmil Bey’in tutuklandığını haber verdiklerini, enişteyi çağırttığını, eniştenin gazetedeki o kadını bulduğunu, kadının bir şeyden haberi olmadığını söylediğini anlatır. Kâmil Bey “Nereden haberi olacak?” deyince Nermin “Yeter artık, ben çocuk değilim. Yoksulluğumuz yetmez gibi bir de bu bulaşık işlere karıştın. Marifetlerini enişte bey anlattı.” der.
Binbaşı Burhanettin, “Bunca olaydan sonra akıllanmışsınızdır.” şeklinde lafa karışır. Kâmil Bey:
–             Kendi kendimi tutuklamışım gibi konuşuyorsunuz. Bir yanlışlık var diyorum size…
–             Yanlışlık filan yok. Doğruyu söylemiyorsun. Söylesen hemen bırakacaklar. Enişte bey söz alır. Roma elçilik başkâtipliğini de kabul etmemişsin… O kadın hakkında her şeyi söyle. İşler onun başının altından çıkıyor. Kurtarmaya çalışman yararsız. Zaten kocası da hüküm giymiş…
–             Yani böyle diyerek benim o kadına iftira etmem mi isteniyor? Benden, gebe ve suçsuz bir kadına iftira etmemi beklemeyin. Sana yalan söylüyorlar Nermin! Böyle bir kurtuluş yolu olamaz.
Bu laflara sinirlenen İngiliz yüzbaşısı:
–             Bir vapur dolusu cephaneyi siz mi bulup yüklediniz? Evinizden ayrılmadan saldırı plânlarını nasıl ele geçirdiniz?
Karısı “Bize de acısana o kadına acıdığın kadar!”
–             Siz hamdolsun acınacak halde değilsiniz.
–             Biz mi? Enişte bey olmasaydı vapur param yoktu buraya gelmeye.
Kâmil Bey, birden yüzüne tokat yemiş gibi irkilir. Nermin de ileri gittiğine pişman olup lafı değiştirir:
–             Ayşe’de sen gideli hiç uyumuyor. ”Baba baba” diye ağlıyor.
Kâmil Bey, Entellicens servisle burun buruna olduğunu nihayet anlar:
–             İşte beni gördün karıcığım. Sağım. Lütfen birisiyle çamaşır yolla. Ayşe’nin gözlerini de öp benim için. Enişte beye size gösterdiği şefkatten dolayı minnettarım. Borcumu, ölmezsem öderim.
Bu sefer enişte bey « Gebe kadınla iki serseri » diye bütün kinini kusar. Mustafa Kemal’e lânetler yağdırır. Kâmil Bey’e para bırakmak istese de o almaz.
Ertesi gün, hapishane müdürü tarafından çağırılarak evden gelen öteberiler verilir.
Bir başka gün, Kâmil Bey’i bir takım koridorlardan geçirerek halılarla süslü bir odaya, paşanın odasına götürürler. Bu kez eskiden yapılan teklifler paşa tarafından yinelenir. Kâmil Bey, suçsuz bir kadına iftira edemeyeceğini tekrarlar.
Bir hafta sonra yargılama başlar. Nedime Hanım hakkında delil bulunamamıştır. Olayda Kâmil Bey’le Ramiz Efendi’den başka suçlu gösterilememiştir. İlk duruşmadan sonra kapalılık kararı da kalktığından Ramiz Efendi’yi Kâmil Bey’in yanına verirler. Mahkemede Yunan saldırısının başladığını duyarlar. Anadolu’dan her gün birbirini tutmayan haberler gelir. Kâmil Bey, Ramiz Efendi’ye dert yanar. “Saldırı plânlarını bizimkilerin ellerine ulaştırabilseydik, yakalanmakla işi berbat ettik.” diye dövünür.
–             Aldırma gözüm! Bizimki kim bilir kaçıncı kopyasıydı. Haber Anadolu’ya vaktinde ulaşmıştır.
Bir ara Eskişehir’in Düşüp, düşmanın Ankara önlerine ilerlediği sözü çıkar.
–             Niyazi hergelesini yakalamadıklarına canım sıkıldı.
–             Adam sen de!… Zaten ölmüş herif…
–             Hiç de ölmemiş. Hele namussuz kamburu bir de Milis yüzbaşısı yapıp Sapanca’ya yollamışlar. Siz Niyazi’nin ihanetinden sonra bana da görünmeyebilirdiniz. Aklıma o yalan nereden geldi?
–             Önce şüphelenmedim desem yalan olur. Ama ilk gelişte yakalandık, bunda bir iş var dedim. Yalanı da Nedime Hanım’ı sevdiğinizden söylediniz. Eğer siz o gereksiz yalanı söylemeseydiniz Niyazi’nin ne mal olduğunu çok daha zor anlayacaktık.

Ziyaret başladığında, Ramiz Efendi’nin karısı Fatma Hanım bütün havadisi toplayıp onlara yetiştirir. Böylece günü gününe olayları öğrenirler. Fatma Hanım da polis ve jandarma karşısında nasıl davranılacağı hususunda, kocası kadar pişkindir. Başlarına dikilen nöbetçinin sık sık « yasak » ihtarına rağmen bütün savaş haberlerini bir kulpuna getirip anlatır.
Harp Divanı Başkanı kararda Ramiz’in, kendini körkütük cahil biri olarak tanıtmasına kanar ve berâtine, Kâmil Bey’in de yedi yıl kürek cezasına çarptırılmasına karar verir.

Ramiz, Kâmil Bey’le yalnız kalınca, mahkemede maskaralıklardan ötürü kendisini bağışlamasını ister ve dışarda Nermin Hanım ve Ayşe ile ilgileneceklerini, zaten zaferin yakın olduğunu, yakında onun da özgürlüğüne kavuşacağını söyler. Kucaklaşıp ayrılırlar.

Esir Şehrin İnsanları Kitaptan Alıntılar

Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir

Kitaptan Alıntılar

Yukarda, Sarıkamış’ta “bismillah” demeye vakit bulamadan, doksan bin kişilik koca bir orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, biraz aşağıda, Kutul-Ammare’de İngilizleri bozup çevirip generaller esir almış, biraz daha beride Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalı’na sarılmayı başarmıştı. Üç yıl önce dört küçük Balkan devletine utanılacak bir kolaylıkla yenilen ordusu aylardır, Çanakkale Boğazı’nı “Yedi düvelin” en korkunç silahlarına karşı aslanlar gibi savunuyordu.

“Peki, n’olacak bunun sonu?” derken 1917 Mart’ında, Rusya’da, içyüzü, -hatta kime karşılığı- pek anlaşılamayan bir devrim ansızın patladı. Gelişti, yayıldı, değişti, sonucu Anadolu’nun büyük bir parçasını –Trabzon’a kadar- bir daha bırakmamak üzere ele geçirdiğinden şüphesi kalmayan Çar orduları dağılıp çekildi.

Gemi süvarisi, Bolşevikler yüzünden çok dertliydi. Bir süvari ile miçonun nasıl olup da eşit yaşayabileceklerine akıl erdiremiyor, hele dine saldırılmasının nedenini gerçekten anlayamıyordu. “Zenginlikler baldırı çıplaklarla paylaşılacakmış... Zengin olmak imkânı kalmazsa kim çalışır? Nereden bulmalı böyle alıkları?”

-Düşünün, sabun yok Rusya’da bugün... Gömleğinizi değil, yüzünüzü yıkayamazsınız! Ölür insan... Bence insanoğlu, her şeye katlanır, kirli çamaşıra katlanamaz... Günde hiç olmazsa bir kez yıkanmamağa katiyen dayanamaz!

Dün gece Kasımpaşa’da yangın vardı. Bir zaman baktım pencereden, genişleyince duramadım, giyinip gittim. 400 ev, 9 dükkân, iki cami, bir kilise, bir karakol yandı.

On yıl içinde, İstanbul’da yirmi dokuz yangın olmuş. 50.000 ev yanmış. Yangın alanları beş milyon metre kareyi aşıyormuş.

Hiçbir şeyi zorlayamıyorum. Saçma geliyor. Direnmek için amaç ister! Amaç olmayınca, önünüzde yaşamak olmayınca, neden debelenmeli?...

Zihnim, karmakarışık ve birbirleriyle çelişen fikirlerin kıyametiyle aralıksız zonkluyor. Kafamda sürekli bir meydan savaşı var.

Belki delirmek budur. Sanki duvarlar birbirine yaklaşıyor, ciğerlerimi sıkıştırıyor. Tavanla döşeme o kadar yaklaştı ki ayakta duramayacağımdan korkuyorum. Soluğum kesiliyor. Artık insanlardan değil, kendimden iğreniyorum.

Dün gece düşümde bir alay sancağı önde, bando arkada, Orta Asya’ya doğru gidiyormuşuz. Anayurda... Turan’a doğru...Dağlardan sayısız atlılar akıyor ovaya...Hepsi de bizden, hepsi bizim atlılarımız...

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Kim kiminle çekişiyor? Niçin? Ekmek isteyenlere, varsa, ekmek verilir. Duraklanmaz. Ekmek yoksa katlanılır, istenmez!

Sabriye hışır hışır fısıldadı:

-Bırakın canım figür yapmayı... Uyun bana...Uyun bana diyorum!

-Yoruldunuzsa...

-Ne anlayışsız adamsınız!...Gerçekten duygusuz musunuz bu kadar?...Sıkın belimi...Sıkın n’olur! Kütürdetin kemiklerimi...

-Saçmalıyorsunuz Sabriye... Sarhoşsunuz!

-Sarhoş olsam n’apardım! Boynuna sarılıp öperdim. Koparırdım dudaklarını...

-Rica ederim... Kâmil Bey kurtulmaya çalışarak korkuyla karısına baktı. Nermin enişte beyin geniş el işaretiyle anlattıklarına dalmıştı. Yalvardı. Hadi oturalım Sabriye... Farkına varacaklar!

-Uf nerdeyse inanacağım Nermin’in anlattıklarına...

-Ne anlattı Nermin?

-Papaz gibi gezmişsiniz bütün Avrupa’yı... En güzel kadınlar çevrenizde pervane gibi dönerlermiş siz farkında bile olmazmışsınız. Nermin kanmış ama ben hiç inanmam! Asıl böylelerinden korkmalı...Papaz görünenlerden...Biz papazların ne korkunç satirler olduklarını okumadık mı Bokaçyo’dan?... Aklıma koydum enişte bey er geç sizi baştan çıkaracağım! Dayanamazsınız bana... Canımın çektiğine doymazsam ölürüm.

-Yavaş rica ederim! Delirdiniz mi?

-Duysunlar! Kızdırırsanız söylerim Nermin’e... “Tutuldum!” derim. Kendinizi çektikçe hırsım artar benim... Sonunda alırım öcümü... Nazlandığınızın on katı inletirim sizi...

Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucuyuz. Arap mezhepleri Sufîliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk’ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir.

Hürriyet İtilafçı bir topçu yarbayı da, tıpkı böyle söylemişti. “Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma İttihatçılar getirdi. İngilizler az mı yalvardılar, 1914’te savaşa girmeyin diye... Para bile teklif ettiler...

Koca Alman’la beraberken yenildik! Şimdi, bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir? Kudurganlıktır bu... Resmen kudurganlık...Bereket versin akıllandı bizim alık milletimiz. Subay demiyor musunuz, şeytan görmüş gibi kaçıyor! Oh olsun!

Sokaklarda çocuklar, gene bağıra çağıra oynamakta, kadınlar komşularına gitmekte, alışveriş edilmekte, düğünler yapılıp mevlitler okutulmaktaydı, ama tatsız...

Sözgelimi, kaz için “aptal” deriz. Oysa hayvanların içinde ondan daha zekisi, uyanığı, hatta sevimlisi bulunmaz. Bir kere temizdir. Kuş cinsinden olduğu halde, insana kuvvetli görünür. Yani, merhamet duyurmaz. Bu kuvvetli görünüşte, yırtıcı kuşların, yürek ürperten korkunçluğu da yoktur. Tıpkı, bizim gibi canım... Kalabalık yaşamayı sever. Erkekleri çok evlenme taraflısıdır. Kadınları eski harem töresince birbirlerini pek kıskanmadan, kadın kadıncık yaşarlar. Erkek kaz hem kabadayı, hem kıskanç olur. Çoğu zaman onuru uğruna ölesiye dövüşür. Dövüş sırasında hanımları ona bir ağızdan bağırarak gayret verirler. Fakat bu da biz insanlarda olduğu gibi, yenmek şartına bağlıdır. Bizim dişiler gibi kaz hanımlar da, kavgada yenileni pek sevmezler. Galibin arkasına takıldıkları çok olur.

Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya...

Kâmil Bey, Tevfik Fikret’in “Sis” adlı şiirini hatırladı. Şair, kocaman bir çocuk gibi, sevdiği şehrin taşına, toprağına öfkelenmiş, onu, biraz da haksız yere hırpalamıştı. Oysa İstanbul da, bütün öteki şehirler gibi, üzerinde yaşayan insanlar, iyi, haklı, güzel işler yaptıkları zaman, böyle kasvetli günlerde bile temizlenip gençleşir... Her yerinde korkaklık, adilik, yeniklik varsa suç onun mu?

Kâmil Bey’i edeple, sevgiyle karşıladılar. İmam Efendi ile binbaşı emeklisi Hasan Bey’in, Cemil Usta’nın oturdukları köşeye buyur ettiler. Bu köşe, havı dökülmüş bir halı ile örtülüydü. Köşenin gedikli müşterilerinden birisi bile orada olsa, mahallenin delikanlıları, esnafı, tavla pullarını, dominoları fazla şakırdatmazlar, iskambil kâğıtlarını şaklatmazlar, yüksek sesle küfretmezler, üst üste kahkahayla gülmezler, öfkelerine sahip olurlar, edepli mektep çocukları gibi davranırlardı.

Birisi mahpusa girdi mi, öldü beller imansız takımı...”Mahpusun parası pul, karısı dul” diye laf çıkarılmış...

Memleket meselesi... Ahmet güldü. ‘Vatan’ diyecektim ama bu kelimeyi öyle kepaze ettiler ki... Bazı sözleri gereksiz yerlerde kullanmayı yasak etmeli... Bunların başına da ‘vatan’ ve ‘millet’ kelimelerini yazmalı...

Bir İngiliz sözü okumuştum: “Bir suçsuz insan hapiste yatacağına 99 suçlu serbest gezsin!” diyordu.

Harp etmek eskiden erkekçe bir işmiş. Şimdi insanca bir iş... Kadınlar bizden daha iyi dövüşüyorlar. Miting yapıldığı zaman burada olup, Sultanahmet Meydanı’nı görmeliydiniz. Siyah çarşaflı bir kadın kalabalığı, memleketin üzerinde bir an, siyah bir bayrak gibi dalgalandı.

-Evet... Güvenin fazlası iyi değil... Şımarıklık verir, hantallık, hatta tembellik verir... Hele biz kadınlar tetik üstünde bulunmalıyız.

Ben bazı pek ilerde yaşarım, bazı pek geride... Şimdi ilk defa, bu son zamanlarda, “bugün”ü yaşamak zevkini tadıyorum.

Mustafa Kemal Paşa olmasaydı biz ne yapardık düşünsenize! Ama biz de olmasaydık, yani ona inanan millet olmasa Mustafa Kemal Paşa ne yapardı?

Bir kere sen benim için dünyanın en güzel kadınısın. Kadın her zaman, aklıyla, namusuyla, merhametiyle, cesaretiyle güzeldir. Boya ile ipekle, hele etiyle cilvesiyle değil...

“Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular... Her iki tarafta da, boğuşma büyük bir şiddetle, açıktan yürüyor. Hele, önce “vatandaş” sonra “insan” olunması gereken dehşetli sıralarda faziletle, alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır. Üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim, bilinmez!”

Altmışaltı oynar gibi gülerek ölüme giden Laz takacıları, mavnaya cephane yüklerken “Ne var?” diye tekneye çıkmak isteyen gümrük muhafaza memuruna sarılıp beraber denize atlayarak beraber boğulan Hamal Kürt Muso’yu, tevkif edilecek arkadaşlarına kaçma fırsatı vermek için elini mahsustan dişliye kaptıran Tesviyeci Ahmet Usta’yı, doğma büyüme İstanbullu olduğu, ömründe bir kere bile Heybeli’ye geçmediği halde, sınıftaki kürsünün altında kendisini Şeytan Adası’na götürecek kadar tehlikeli belgeler saklayan genç öğretmenleri, tavuk kesemeyecek derecede yufka yürekli iken işgal kuvvetleri zabitlerini karanlıkta bıçaklamaktan çekinmeyen esnafları, ameleleri, burada kalmak emrini alınca, gidip dövüşemeyeceklerine ağlayan, Trablusgarp’ta, Balkan’da, seferberlikte durup dinlenmeden dövüşmüş subayları, gizli teşkilata çalışan 10-12 yaşındaki çocuk Murat’ları, polis müdüriyeti zindanlarında, Kuvayı Milliyecilere işkence ederken, ilk fırsatta, kulaklarına eğilip: “Biraz daha dişini sık kardeşim... Dövmekten vazgeçeceğiz. Aman söyleme!” diye fısıldayan polis neferlerini...

Ne zavallı olduk? Kim der ki bu millet bir zamanlar Hint Okyanusu’na donanmalar, Viyana’ya ordular göndermiş... Zafer öyle mi? Gene Yunan’a karşı bir zafer... Bu Yunanlılar da olmasa biz ömrümüzde artık zafer kazanamayacağız galiba.

-Yahut da, bizim millet acıya alışmış. Biz hepimiz bahtsızlığa o kadar alışmışız ki, sevinç anormal geliyor. Bilmez misiniz, bizde yüksek sesle gülmek ayıpların başında sayılır. Hele çocuklar için... Sonra hocalar bize cennetin yerine durmadan cehennemin işkencelerini belki de bu sebeple anlatırlar...

Mustafa Kemal Paşa, az bulunur şeflerden biri olduğunu ispat ederek, hiç duraklamamış, kötülüğü daha büyümeden tepelemeyi kararlaştırmış. 29 Aralık’ta Etem kuvvetlerine saldırılması emri vermiş, 5 Ocak’ta, Etem, Yunanlılara sığınmak zorunda bırakılmış. Bu fırsattan yararlanmak isteyen düşman 6 Ocak’ta saldırıya kalkmış...

Sıra, bir yaşlı kayıkçıdaydı. Aksakallı, uzun burunlu bir adam. Burnuna bakılırsa Laz olduğu muhakkak.

Şair ne demiş: “Aç midelerden doğar nur topu ihtilaller!”

Bu dünyada alınıp satılan malların en eskimezi: Kadın eti! Bir de: YALAN!

İşte yüzü... Kırk paralık erkekliği varsa doğruyu söyler. Hilafım varsa suratıma çarpsın! Cezama razıyım! Vay ölüsü tenekeli... Bunca yaş yaşadım, böyle dubara görmedim. Polisler ayağımızı yerden kestiler!

Vaktiyle hünkâr yaverlerinden birine söz vermiş de sonunda sözünden caymış. O gözünü sevdiğim ne yapsa beğenirsin, bir Kâğıthane dönüşü, bir bölük askerle Nedime’nin arabasını çevirdi. Karıyı Hacıosman Bayırı’na götürdü.  Tamam, bir bölük askeri üzerinden geçirdi. Adına ‘Alaylı’ denmesi işte o meseleden... Üzerinden bir bölük asker geçmiş de, karı bana mısın dememiş... Hünkâr yaveri “Kalk artık namussuz!” diye çizmesiyle boş böğrüne dokununca, yattığı yerden gözlerini açmış da ne demiş bakalım? “Bitti mi? Hepsi bu kadar mı? Oysa ben yeni yeni hevesleniyordum!” demesin mi? Meğer öç alayım derken karının duasını almış hünkâr yaveri! İşte ‘Alaylı Nedime’ böyle bir karı...

Koltuk altlarına kızgın yumurta koyarlarmış... Saçlarından asarlarmış. Tırnaklarını sökerler, ellerini cımbızla çekerler, hayalarını burarlarmış...

Ramazan’da vaaz dinlemeye gitmiştim. Beyazıt Camii’nde bir Laz hoca vardı. Hoca değil, “derya-yı umumi!” Yani, senin anlayacağın uçsuz bucaksız deniz! Kitapları yutmuş, sindirmiş. Gökten, yerden haber onda... Ağzından cevahir saçmakta düpedüz...O söyledi: “Kadınlarda suç yok, dedi, yarın mahşerde onların babaları, anaları, ağabeyleri, kocaları yanacaklar!” Eskiden bir edep varmış. Erkeğin bulunduğu yerde karı kısmı sesini duyurmazmış! Zira sesi de namahremdir. Birinci namahrem sestir. Yüz, surat sonra gelir. Şimdi tramvaylarda, vapurda, avrat sesinden, erkekler fırsat bulup iki laf edemez oldu, ağız tadıyla...

Kâmil Bey eskiden beri başkasının sefaletine bakarak haline şükredenlerden iğrenirdi.

Ankara’ya bu kadar büyük hizmetler yaptıktan sonra Etem Bey neden isyan etti? Daha doğrusu, Mustafa Kemal’i neden bıraktı?

Hepsinden beteri, Kâmil Bey’in üzerindeki çekingenlik, hatta korku... Bunu saklamaya bile lüzum görmüyor. Her zaman, her durumda kendisinden daima emin Kâmil Bey, sanki bir büyük anıt gibi yıkılmış da, yerini, bu şaşkın, ürkek, zavallı adamcağız almış...

Kadınlar aldatmakla kendilerini kirletiyorlar, erkekler de bu kirletmek işine hırsla koşuyorlardı. Mesele asla çeşni meselesi değildi. Vakit geçirmek, eğlenmek falan da olamazdı. Daha acıklısı, bu işte de aşka benzeyen bir kepazelik kullanılıyordu. “Seni seviyorum” sözünün bu kadar çirkefe düşmesi de belki bundandı. Dünya yüzündeki her türlü orospulukta, her çeşit orospuda, bunlar ister kadın, ister erkek olsun, ister cinsel ilintilerde, ister haysiyet konularında orospuluk etsinler, bol bol aptallık bulunuyordu.

Kadın erkek ilintilerinde, hiçbir zaman tek yönlü, sert yargılardan yana olmamış, bütün aldatmalarda, aldatanların bile bazen bilemedikleri bir özrü bulunduğuna inanmıştı.

‘Baba olmak biraz da Allah olmaya benziyor’

Allah’ın insan icadı olduğunu anlamak için...

Kıskançlığın ne kadar hayvanca, fakat aynı zamanda ne kadar insancıl bir duygu olduğunu ilk defa anlıyor...

Dipdiri bir adamı, sınırsız ihtirasları, hayal etmek gücü, öfkesi, aşkı, evlat sevgisi, çalışma yetenekleriyle bir yere kapatıyorlar. Orada, bazen tek başına, bazen kendisi gibi kıstırılmış, umutsuz, öfkeli arkadaşlarıyla beraber yüzüstü bırakıyorlar.

İnsan kardeşliği... Şefkat...Af...Hep masal...Kapatanlarla kapatılanlar arasındaki düşmanlık yırtıcı hayvanları bile ürkütür. Ormanın yırtıcılarında yırtıcılık, açlığı giderene kadarmış. İnsanlar arasındaki yırtıcılık, -ekmeğe, kadına, hatta yaşamaya dahi- tıka basa doymuş olsalar yine sürüyor.

Kulak verdi. Süleymaniye Camii’nin minarelerinden: “Hayya-lel felâh! Hayyalel felâh!” diye bağırıyorlar. Yani “Hadi felâha!” “Felâh”ın Türkçesi “kurtuluş”. Esir bir şehirde insanları secde ederek kurtuluşa çağırmak pek uygun mu düşüyor, ne?

Gözleri kapanırken: “Uykunun da bir çeşit kurtuluş sayıldığı zamanlara lanet olsun!” dedi.

Dünyanın en aç, en doymaz şeyi: Boş kâğıt.

Birden dönüp kâğıtlarla beraber yastığa kapandı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ömründe kendini bildi bileli ilk defa böyle katılarak, kendisine acıyarak, aynı zamanda yüreğini temizlediğini sezerek ağlıyordu. Bir daha da ölünceye kadar, aynı zamanda sefil ve asil olan bu ihtiyacı, böyle insafsız bir şekilde asla...

Sabah ışığında doğumun umudu, öğle vaktinde, bir çeşit yaşama açlığı, akşam zamanında ölüm, alacakaranlık, sonra yokluk...

Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir.

‘Düşmek etrafı görememektendir’ demiş bir büyük şair.

Erkekler kahveyi açtırmışlar... Sabaha kadar havadis yağdı. Düşman Bursa’ya doğru kaçıyormuş, şu kadar bin ölü, şu kadar bin yaralı... Tam tamına söylediler ama, ben rakamları aklımda tutamam...Mübarek İstanbul! Nasıl da kulağı delik memlekettir. Gazete gibi canım...

Ne demişler: “Akıllı geçit arayıncaya kadar deli ırmağı geçermiş.”

“Ne aman isteyeceksin, ne aman vereceksin!” der. Mücadelenin ana kanunu budur.

Gerçek odur ki, okulların yüksek sınıflarından, köy odalarından kalıplarına kıyafetlerine bakarak çocuklar getirdiler. Bunlar, evet, sırasında, korkudan altlarına işemişlerdir, ama içlerinde korkunç bir cesaretle ölümü alaya alanlar, onunla bir köpek yavrusu imiş gibi şakalaşanlar vardı.

-Nereye, Efendi?

-Kahveye.

-Biraz dinler misin beni sen bakayım?

-Ne var?

-Ben bugün Sultanahmet’e gittim.

-İyi.

-Oraya binlerce kadın toplandı. Nutuk söylediler.

-Ne nutku?

-Nutuk... Biz hepimiz ağlaştık! Akıllı kadınlar, kara bayraklar yapmışlar. Erkeklere “Eğer vatanı kurtarmayacaksanız, örtülerimizi siz örtünün!” diye bağırdılar. Biz ağlaştık. Sade biz değil, aramıza bir de Fransız bahriyelisi karışmıştı. Halimizi görünce gâvur askeri de ağladı. “Dilimizi anlamayan gâvur askeri imana gelirse...” dedim can başıma sıçradı.

İşte, benim harp ederken sırtımı dayandığım aşılmaz dağ, demin gördüğünüz o küçücük kadındır. Kadir’in annesi...

Esir Şehrin İnsanları Özet

Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir

Roman, İspanya'da yaşayan Kâmil Bey ve ailesinin ülke­sine dönmesiyle başlar. Yıl, 1916'dır. Osmanlı Devleti, her geçen gün güç ve toprak kaybetmektedir. Kâmil Bey de Ba­tıda bulunduğu dönemde ekonomik sıkıntılar yaşadığı için. İstanbul'a, bazı emlaklarını satmak için gelmektedir. Kâmil Bey, eşi Nermin Hanım ve kızı Ayşe, Ban kültürünü çok iyi bilmelerine rağmen kendi kültürlerine fazlaca önem vermez­ler.
İstanbul'a gelen Kâmil Bey, Bağlarbaşı'nda babasından kalma köşkü onartarak oraya yerleşir. Bir yandan da yine ba­basından kalma mülklerle ilgili işleri takip eder. Bu esnada Galatasaray Lisesi'nden arkadaşı Ahmet'le karşılaşır. Arkada­şı, Kâmil Beyden kendilerine yardım etmesini rica eder. Kâ­mil Bey, Nedime Hanım'ın çıkardığı Karadayı gazetesinde çalışmaya başlar. Anadolu'daki Millî Mücadeleye destek ve­ren Nedime Hanım ve arkadaşları Karadayı gazetesi vasıta sıyla Anadolu'yla haberleşmektedirler. Bu işleri yaparken Kâ­mil Bey, yavaş yavaş, ülkesiyle ilgili meselelerle ilgilenmeye başlar.
Düşman güçlerinin Anadolu'daki askerlere saldırı plan­larını ele geçiren Nedime Hanım ve arkadaşları bunu Anado­lu'ya ulaştırmaya çalışırlar. Bu işi, Kâmil Bey üstüne alır. An­cak Kâmil Bey, bu planları bir sandık içinde gemiye verirken yakalanır. Çünkü Nedime Hanım'a yardım ediyor gözüken Niyazi, İstanbul hükümetinin ve işgal kuvvetlerinin ajanlığını yapmaktadır. Kâmil Bey'i de o haber vermiştir.
Kâmil Bey, tutuklandıktan sonra birçok kere sorguya çe­kilir. Paşa oğlu olduğu için kendisine ceza vermeyeceklerini ancak Nedime Hanım'ın yaptıklarını anlatmasını isterler. Kâ­mil Bey de Millî Mücadeleye destek veren bir kadını ele ver­menin büyük bir alçaklık olacağını düşünür ve Nedime Hanım'ı ele verecek hiçbir şey anlatmaz. Bu esnada Nermin ve ailenin diğer üyeleri Kâmil Bey'in tutuklandığını duyunca büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Ancak Kâmil Bey, sorumsuz bir aydın olmaktan, sorumlu bir aydın olmaya doğru değişim ya­şadığı için kendisine yöneltilen eleştirileri fazlaca önemsemez. İstanbul Hükümeti tarafından kendisine Roma elçiliğinde bir iş teklif edilmesine rağmen, Nedime Hanım'ı ele vermemek için kabul etmez.
Ararat vapurunda kaçırılan cephane işi içinde onun sorumlu olduğunu bildiklerini söyledi. Kamil Bey gemide cephane olduğunu bilmediğini, ilaç ve hastane malzemesi yüklü olduğunu sandıklarını bunun için Fransız direktöre kendisinin aracı olduğunu, Nedime Hanım'ın suçu olmadığını söyledi. Yüzbaşı Nedime’nin özellikle rahatsızlanarak adaya gittiğini evrakları teslim etmesi için Kamil’i kullandığını söyledi. Bunları ispatlamak için bir şahitleri olduğunu da belirtti. Her şeye rağmen Kamil, inkâra devam etti. Şahitle yüzleştirilmesini istedi. Askerler şahidi getirdiler. Kamil içeri gelen bu perişan insanı tanıyamadı. Bu Ahmet’ti. Ahmet inanılmaz işkencelere maruz kalmıştı. Yüzbaşının söylediği her şeyi kabul etti.
Bütün suçun Nedime Hanım’ın olduğunu söyledi. Kamil çılgına döndü, o anda aklına gelen ilk yalanı söyleyerek, Ahmet Nedime’ye aşıktı, kendisi tutuklanınca Nedime’nin dışarda olmasına dayanamadı ve kıskançlıktan bunları uyduruyor diyerek saldırdı. Ahmet her şeyi olduğu gibi bunu da kabul etti ve o akşam hapiste intihar etti. Kamil Nedime’nin adaya gitmedi hikayesini sadece Niyazi’ye söylediği bir yalan olduğunu bildiğinden gerçek ihbarcının o olduğundan emindi; ama yine de Ahmet’i de affedemedi. Eşinin eve gelmemesinden meraklanan Nermin, hala ve eniştesinin yardımıyla Kamil’i buldu ve görüştüler. Nermin Hanım, Kamil’i hiç anlayamıyordu. Kendisinin ve kızının perişan olduğunu, eniştesinin yardımcı olduğunu ve artık işbirliği yapması gerektiğini söyledi. Karısının Padişah yanlısı tutumu, kızının özlemi, Kamil’in direncini kırıyordu. Fakat kutuyu teslim ederken yakalandığı Ramiz Efendi ile yaptıkları arkadaşlıkta, onun cesaretinden, karısı Fatma’nın vatanseverliğinden, tüm cahilliğine rağmen kocasını Anadolu’ya yardım etmek için yüreklendirmesinden öylesine etkilendi ki kendinden utandı ve kararından dönmedi. Son bir teklifle kendisine Roma Elçiliği’nde baş katip olması ve Nedime Hanım hakkında bilgi verdikten sonra hiç bir yüzleştirmeye ve mahkemeye çıkarılmadan yurt dışına gönderilmesi teklif edilmesine rağmen kadını korumaya devam etti. Ramiz’e de Kamil aleyhinde ifade vermesi için baskılar yapıldı ama o hiç oralı olmadı. Bu arada İnönü Zaferi’nin haberi bir bayram sevinci gibi İstanbul’a ulaştı. Mahkemede Ramiz beraat etti, Kamil Bey, yedi yıl kürek cezasına mahkum oldu. Ramiz Efendi, Kamil Bey’in elini öptü ve “Yanlızca sizin elinizi öpmedim, bütün kahramanların ellerini öptüm. İnönü’de ölenlerin, sakat kalanların, mahpus yatanların. İşin sonuna geldik, buradaki misafirliğiniz çok çok birkaç ay sürer, ben Anadolu’ya geçsem de Fatma Hanım mutlaka size gelir, ömrümün sonuna kadar minnetle hatırlayacağım.” dedi. Ramiz Efendi çıktı. Kapı kitlendi. 

Translate