Search

11. Sınıf Geometri BİLGETÜRK YAYINLARI 149-150-151 Ders Kitabı Cevapları PDF Viewer - Download

31 Aralık 2013 Salı

Sayfadaki A Etkinliği Boşluk Doldurma Cevapları


1.36°-72°

2. birkenara uzaklığının    

3.6-4        

4.4

5.3/4

6. dual

7.90°

Sayfadaki B Etkinliği D/Y Cevapları


1.D      

2.Y      

3. D      

4.Y      

5. D      

6. Y      

7. Y      

8. D      

9. D

Sayfa 150-151

1.C  

2. A   

3. E    

4. C   

5. D    

6. B    

7. B    

8. A    

9. E

10. D  

11. C  

12. B  

13. D  

14. A

11. Sınıf Geometri BİLGETÜRK YAYINLARI 117-118-119-120 Ders Kitabı Cevapları PDF Viewer - Download

Sayfadaki A Etkinliği Boşluk Doldurma Cevapları

2. tabanları

3.(2,1)

4.64

5. 11..

7. 90°,180°, 270°- dönme simetrisine

8. eşkenar dörtgen ve kare

10. ötelemelerin bileşkesi

1. dikdörtgen.. testonline.blogcu.com

6. eşkenar dörtgen

9. 4/3

Sayfadaki B Etkinliği D/Y Cevapları


1. D

2. D

3. Y

4. D

5. Y

6. D

7. Y

8. D

9. Y

10. D

Sayfa 118-119-120

1.C

2.C

3. D

4. E

5. D

6. A

7. D

8. C

9. C

10. B

11.A

12. D

13. E

14. D

15.A

16. C

17. C

18. A

19. B

20. E

21. D

22. D

23. E

24. B

Irregular Verbs Whole - Hepsi İndir Download

Kiralık Konak Kitap Özeti

Kiralık Konak - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Naim Efendi konağın en yaşlısı, II. Abdülhamit dönemimin ileri gelenlerindendir. Emekliye ayrılmıştır. Temiz, dürüst bir insandır. Karısı Nefise Hanımın ölümü üzerine konağın düzeni bozulmuş, kızı Sakine Hanım işleri yönetemeyince her şey onun kocası Servet Beyin saçma isteklerine bırakılmıştır.
Servet Bey ve eşi Sakine Hanımın genç oğulları Cemal, Beyoğlu’nun her türlü eğlencelerini kaçırmayan bir öğrenci, kızları Seniha ise tam bir Avrupa delisi, tutumsuz bir genç kızdır. Faik adında bir salon erkeği ile arkadaşlık etmektedir. Naim Efendinin kız kardeşinin oğlu Hakkı Celis, Seniha’yı çok sevmektedir. Şair ruhludur, ama Seniha ona alaylarıyla karşılık vermektedir.
Konakta sık sık toplantı ve eğlenceler düzenlenir ve çok geçmeden Naim Efendinin çoğu malı elden çıkar. Yalılar kiraya verilir ve borçlanmalar başlar. Naim Efendi olanlar karşısında sessiz kalmaktadır ama göründüğünden aksi çok şaşkındır.
Seniha çok geçmeden yıllardır hayalini kurduğu Avrupa’ya kaçar ve Faik Beyi de arkasından getirir. Servet Bey, en başından beri hoşnut olmadığı konaktan ve Naim Efendiden bir apartman dairesi kiralayarak kurtulur. Naim Efendi davranışlarından hoşnut olmasa da Seniha’yı çok sevmekte ve çok özlemektedir. Konak boşaltılıp para sıkıntısı başlamış ve Naim Efendi yatağa düşmüştür. Ona tek yardımcı olan Hakkı Celis’tir. Kiralık Konak için kiracı aranır ama bulunamaz.
Sonunda Seniha Avrupa’dan döner, yine zengin biriyle evlenme dileğindedir. Naim Efendi, Seniha’yla, her ikisi de çok istedikleri halde, kırıldığı için görüşmeyi istemez. Hakki Celis asker olur. Çanakkale Savaşı’nda şehit düşer.

Beyaz Diş Kitap Özeti

Beyaz Diş - Jack Landon

Dişi Kurt yani Kische, sürü ile birlikte kızakçıların köpeklerini öldürmektedir. Kızakçıların ardı sıra gelmesiyle beraber artık pes etmişlerdir. Sürünün üyelerinden Tek Göz ve Genç Kurt, Kische’den hoşlanmaktadır ve bu yüzden düello yapmışlardır. Bu düelloyu Tek göz kazanır. Dişi kurtla birlikte dört adet yavruları olur. Yavru Kurt mağaradan çıkmadığı ve dünyayı tanımadığı için çok toydur. Ama daha sonra mağaradan çıkar ve tehlikeli dünyayı kendi gözleriyle görür. Kıtlık zamanı vaşak yavrularını yerler fakat vaşakların annesiyle Dişi Kurt ve Beyaz Diş dövüşmek durumunda kalırlar. Bu dövüşte vaşak hayatını kaybeder. Bu olaydan sonra ise Dişi Kurt’un sahipleri gelir ve Beyaz Diş’i ve annesini kamplarına götürürler. Beyaz Diş günden güne daha vahşileşir ve Lip Lip’in ve kamptaki diğer köpeklerin öfkesini üstüne çeker. Bunun sebebi ise babasının bir kurt olmasıdır. Kampta gün geçtikçe Beyaz Diş’in ünü git gide yayılır. Yalnız bu ün kötü bir ündür. Çadırlardan yiyecekleri çalar, diğer köpeklerle boğuşur, oları kimi zaman öldüresiye döver. Kampta olan kıtlıklarda kampı terk eder ve kıtlık bitene kadar oraya uğramaz. Böyle yapmasının nedeni ise kaptaki insanların aç kalınca köpekleri de yemeleridir. Bir gün Beyaz Diş ile Kische ayrılmak zorunda kalırlar. Beyaz Diş annesinin ardından gitmeye kalkar ama sahibi Gri Kunduz gitmesine izin vermez. Daha sonra ise Gri Kunduz elindeki malzemeleri satmak için kuzey ülkesine gider ve yanında Beyaz Diş de vardır.
Kuzey ülkesi yaz aylarında altın arayıcılarının gözde yerlerinden biri olmuştur. Buraya yüzlerce altın arayıcısı gelir. Bu ülkede Gri Kunduz elindeki malları satarak iyi bir gelir elde eder. Beyaz Diş orada da rahat durmaz. Altın aramaya gelen kişilerin narin, zayıf, korkak köpeklerini döver. Beyaz Diş’in bu durumunu gören kuzey ülkesinin yerlilerinden Güzel Smith bu halini Gri Kunduz’a onu kendisine satması için konuşur. Gri Kunduz’un kararlı hali karşısında ise taktik değiştirerek Gri Kunduz’a içki verir ve onu alıştırır. Bir aya kalmadan Güzel Smith Gri Kunduz’un elinde ne varsa ne yoksa hepsini alır ve verdiği içkilerin parasına karşılık Beyaz Diş’i ister. Mecburen Gri Kunduz bu isteği yerine getirmek zorunda kalır.
Beyaz Diş, Güzel Smith’i ilk gördüğünden beri hiç hoşlanmamaktadır. Üç defa kaçma girişiminde bulunur ama yine Güzel Smith kaçan köpeği Gri Kunduz’dan tekrar alır. Bu arada da öfkesi ve diğer canlılara karşı olan düşmanlığı giderek artar. Eski sahibini kendisini verdiği için ona karşı nefret duyuyordur. Yeni sahibi ise onu günden güne daha da kızdırır ve onu köpek dövüşlerine çıkarır.
Beyaz Diş karşısına çıkan bütün rakiplerini teker teker öldürür. Dövüşlerde başka şansıda yoktur. Sadece yenen hayatta kalır diğerinin ise oradan ölüsü çıkar. Beyaz Diş yine bir dövüşte yalnız bu seferki zorlu bir rakip olan bir doberman cinsi köpekle dövüşür ve bu köpek onu gafil avlar. Doberman Beyaz Diş’in can alıcı bölgesi olan boğazını kapar. Beyaz Diş ne yaptıysa onun elinden kurtulamaz. O civardan geçmekte olan kızaklı iki kişi Beyaz Diş’in yardımına koşarlar. Onu sahibinden az bir para karşılığı zorla alırlar. Güzel Smith, Beyaz Diş’i vermeyi ilk başta kabul etmese de sonunda razı olur ve onu satar.
Beyaz Diş yeni sahibi olan Scott’i ilk başta kabul etmez. Kendisini cezalandırmalarını bekler. Hâlbuki Scott, Beyaz Diş’in bu haliyle yaşayıp yaşamayacağını düşünür çünkü Beyaz Diş fazla hırpalanmış, boğazında yarası vardır. Buna rağmen Beyaz Diş yaşamayı başarır ve yeni sahibinin sevgisi sayesinde yavaş yavaş uysallaşmaya başlar. Beyaz Diş sahibinin evini koruyup gözetlerken sahibi ise onun bakımını üstlenmiştir.
Gün gelir Scott işi gereği Kaliforniya’ya ailesinin yanına gitmeye karar verir. Ama Beyaz Diş sahibinin ilk gitme girişiminden tecrübe alarak onun kendisini tekrar terk edeceğini sezer. İstediği gibi sahibiyle birlikte ailesinin yanına gider. Oradaki kurallara çabuk alışır. Diğer köpeklerle kavga etmez, tavukları yemez, başka insanlara saldırmaz, eğer hırsız değillerse tabii.
Haberlerde Scott’ın babasının mahkûm ettiği bir katil hapisten kaçar ve zanlı Scott’ın evine girer. Ev halkı o gece büyük bir gürültü ve iki el silah sesiyle uyanırlar. Salona girip baktıklarında Beyaz Diş’in yaralı olarak yattığını katilin ise boylu boyunca kanlar içinde yere serili bulurlar. Beyaz Diş’i hemen veterinere götürürler. Doktor ameliyata alınması gerektiğini fakat bu durumda ameliyat iyi geçse dahi yaşayamayacağı kanısındadır. Lakin Beyaz Diş’in yaşama gücü bu vahim durumunda devreye girerek onun hayatta kalmasını sağlar ve eşi olan kangal köpek ve yavruları ile birlikte olayların yorgunluğu yüzünden güneşin ılıklığında derin bir uykuya dalar.

Babalar ve Oğullar Kitap Özeti

Babalar ve Oğullar İvan Turgutyev

Arkady, Bazarov adlı arkadaşına üniversite bittikten sonra tatilini kendi ailesi ile birlikte geçirmesini istemiştir. Bazarov bu teklifi kabul ederek Arkady’nin babası Nikolay Petkoviç’in çiftliğine gelir. Bazarov çiftlikte daha çok bilimsel deney yapabileceğini ve daha çok bilimsel çeşit bulabileceğini sanmakta olsa da günleri pek de öyle geçmez.
Arkady’nin amcası Pavel Petkoviç ile tartışarak ona gerçekleri anlatmaya çalışmaktadır fakat Pavel çok inatçıdır. Tartışmaların sonu gelmemektedir. Gece olunca da günün stresini arkadaşı ile dertleşerek atmaktadır.Bu sıralarda Fenitçka adında bir kız ile tanışmıştır. Katya’nın yardımcısı olan Fenitçka’nın ona karşı büyük bir karşılıksız aşkı vardır.
Pavel ile tartışmalar iyice artınca Pavel, Bazarov’u düelloya davet etmiştir ve Bazarov, Pavel’i ağır olmasa da yaralamıştır. Bu durumda burada daha fazla kalamayacağını anlayan Bazarov, yakında yaşayan ailesinin yanına taşınır. Fakat sıkıntısı burada da geçmemiştir. Buradan ise Arkady ile kasabada tanıştığı Anna Sergenyevra’yı ziyaret etmeye karar verir. Bu ziyarette pek fazla uzun sürmez. Arkady, Anna’nın kız kardeşi ile günlerini geçirirken Bazarov da Anna ile dolaşmaktadır. Fakat ona olan sevgisini açıklayamamaktadır. Buna inançlarının engel olduğunu bilmektedir ve oradan da ayrılmak zorunda kalmıştır. Tekrardan ailesinin yanına gider, burada yakın köylerden gelen hastalarla ilgilenmekte ve araştırmalarına devam etmektedir. 
Bir gün çevre köylerden gelen tifüslü bir hasta ile ilgilenirken o da hastalığı kapar, zamanının az olduğunu bilmekle birlikte acı çekmektedir. Tek çare ölümü beklemektir. Bu sırada Anna kendi doktorunu getirir fakat iş işten çoktan geçmiştir ancak onunla konuşacak bir kaç dakikadan fazla bir ömrü kalmamıştır ve Bazarov gözlerini Anna’nın kollarında dünyaya kapatır. 
Bundan sonra Anna, Rus bir politikacıyla, Katya, Arkady ile , Fenitçka ise Nikolay Petroviç ile evlenir.

Sait Faik Abasıyanık’tan Seçmeler Kitap Özeti

Sait Faik Abasıyanık’tan Seçmeler - Sait Faik Abasıyanık

Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Sait Faik Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında çığır açmıştır.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlatırdı.  Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmaz, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmez ve belli bir tarzın takipçisi olmazdı.
Çağdaş Türk edebiyatının öncülerinden Sait Faik’in bu kitabında doğa ve hayvan sevgisini öne vurmaktadırlar. Sait Faik’in 21 muhteşem hikâyelerinden oluşan kitabı herkes okumalıdır.

Kızlarıma Mektuplar Kitap Özeti

Kızlarıma Mektuplar - Emre Kongar

Türk edebiyatımızın önemli isimlerinden Emre Kongar, bu kitabında ikiz kızlarının birer yıl arayla eğitim için gittikleri Amerika’dayken yolladığı 22 mektubu bizimle paylaşmıştır. Mektuplar ne kadar özlem gibi duygular içerse de Emre Kongar babadan ziyade Prof. Dr. yönü vurgulanıyor.
Mektupların hemen hemen hepsi “Sevgili Kızlarım” ile başlayıp “…babanız” ile bitmekte ve okurken  “kızlarım” sözcüğü yerine kendi adını koymakta, mektup biterkenki “…babanız” sözcüğünün yerine bir anda kendi adını koymaktadır. Bir babanın kendini sorgulama zamanının geldiği vakit çocuklarının nedenli veya nedensiz bir şekilde evden ayrıldığı vakittir. Birlikte geçen yılları inceleyip “daha nasıl yararlı olabilirdim?” ve “çocuklarıma daha fazla katkı yapmanın yolları nelerdir?” sorularının cevaplarını bulması gerekmektedir. İlk mektuplardaki duygusallık, “keşke şunları yapsaydım da bunları yapmasaydım” ikilemi şeklindeki iç hesaplaşma öğeleri, daha sonraki mektuplarda yerlerini, evden ayrılan çocukları belirli süre göremeyecek olmaktan kaynaklanan koruma ve yol gösterme içgüdüsüyle oluşturulmuş öğütlere bırakmaktadır.
Kızlarının ABD’deki eğitimleri boyunca yazmaya devam ettiği mektupları topladığı bu eserinde; Prof.Dr. Emre Kongar’ın, yıllar boyu, gerek devlet kademelerinde gerekse özel sektörde elde ettiği yaşam deneyimlerinin birçoğunu bulmaktayız. Kitap, bir babanın kızlarına duyduğu sevginin toplumun içinde ve dışında, onlara hiç bir karşılık beklemeden aktarmasının yollarını gösteren bir rehber olarak ele alınıp okunmalıdır.

Atatürk ve Müzik Proje Performans Ödevi Konu Anlatımı

Mustafa Kemal Atatürk ve Müzik

Atatürk’ün Müziğe ve Müzik Sanatçısına Verdiği Önem

Atatürk, şiir ve edebiyat dışında müziğe de büyük bir ilgi duymuştur. Şarkı ve türküleri dinlemekten büyük bir zevk alan Atatürk, zaman zaman okunan şarkılara eşlik etmiş, oynanan halk oyunlarına katılmıştır. Bazı Rumeli türküleri, onun sesinden notalara dökülmüş ve müzik repertuarımızda yer almıştır.
Atatürk, askerî ataşe olarak Sofya’ da görevli bulunduğu dönemde çok sesli müziğe ilgi duymaya başlamıştır. Klâsik müzik konserlerine ve operalara giderek bu müzik türlerini tanıma fırsatı bulmuştur. Cumhuriyetin ilânından sonra, ülkemizde bu müzik türlerinin sevilmesini ve müzik kültürümüzde yer almasını sağlamak amacıyla yapılan çalışmalara önderlik etmiştir. Ülkemizde müzik sanatının gelişmesi için bütün olanaktan kullanmıştır.
Atatürk’ ün, tiyatro, bale, edebiyat, heykeltıraşlık, mimarî, resim, müzik gibi sanat dallarıyla ve sanatçılarla ilgilenmesi, onları desteklemesi Atatürk’ ün sanatla çok yakın bir ilişki içinde olduğunun göstergesidir.
Atatürk, sanatla ilgili düşüncelerini, Türkiye Büyük Millet Meclisindeki konuşmalarında, Çankaya Köşkünde sanatçılarla yaptığı sohbet ve tartışmalarda belirtmiştir. Atatürk’ün bu konuşma ve tartışmalarda dile getirdiği sanatla ilgili düşünceleri, Türk halkına ileti niteliği de taşımaktadır. Atatürk, sanatın tanımını şu sözlerle açıklamıştır:
"Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu anlatım sözle olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur."
Sanatın, bir toplumun ilerlemesindeki öneminin ve vazgeçilmezliğinin bilincinde olan Atatürk, bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmiştir:
"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,"
"Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur,"
"Dünyada medenî, ileri ve gelişmiş olmak isteyen herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir."
Atatürk’ ün bu sözleri, sanatla ilgili temel düşüncelerini ifade etmesi bakımından önemlidir. Atatürk’ ün sanatçılarla ilgili düşüncelerini ifade ettiği sözleri ise şunlardır:
"Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve uğraşlardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır."
"Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız."
Büyük bir sanatsever olan Atatürk’ ün gönlünde, müziğin ayrı bir yeri vardı. Bu nedenle millî kültürümüzde önemli bir yer tutan güzel sanatlar içinde müziğe ayrı bir önem vermiştir. Müziğin önemiyle ilgili düşüncelerini, şu sözleriyle ifade etmiştir:
"Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar, insan değildirler. ,

Atatürk’ün Müzik Anlayışı 

İnsanlığın ortak dili olarak müzik, yine insanlığın ortak mirası olan uygarlık yolundaki konum ve katkıların da göstergesidir.
ATATÜRK; müziği, ulusların kültürel kimliğinin kazanılması, korunması, tanıtımı ve kuşaklara aktarılmasında en etkin unsurların başında görüyordu.
Büyük ATATÜRK, Türk müziği politikasının sağlam temellere dayandırılması için temel ilkeleri tespit ediyor, Türk milletinin güçlü bir müzik potansiyeline sahip olduğunu bilerek, bu müziğin layık olduğu biçimde, çağdaş medeniyet kurallarına göre geliştirilmesini istiyor, Türk gençliğine ve sanatına yeni ufuklar açıyordu. Sanatta ve kültürde köklü bir geçmişe sahip olan Türk milletinin lâyık olduğu seviyeye ulaşması, onun temel emeli ve idealiydi.
Milli ve yerel duygularla harmanlanmış ifadeler evrensel boyut kazanmalı, ulusal müziğimiz aynı zamanda yalnız ülke içinde değil, uluslararası alanlarda da seslendirilebilir olmalıydı.
ATATÜRK, bir müzisyen olmasa da derin bir müzik kültürü ve anlayışına, zevkine sahipti. Müziği seviyordu. Şu sözleri bunu anlatmaktadır:

"Müzik, yaşamın bir parçası değil kendisidir. Yani 'Hayat Müziktir.' Müzik ile alakası olan tek varlık, insandır. Müziksiz bir hayat da zaten mevcut değildir."
Evet ATATÜRK ne kadar da haklıydı; müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci, kendisiydi. Ancak, müziğin türü üzerinde dikkatle durulmalı, düşünülmeliydi.
ATATÜRK, Türk müziğine alaturka damgasını vuranlardan değildi, hele Arap, Fars ve Bizans müziklerinden etkilenmiş olduğu görüşünü asla kabul etmemiş.

Atatürk’ün Müzik Hakkındaki Düşünce ve Sözleri

Atatürk, güzel sanatlara ve onun bir paçası olan müziğe özel bir önem veriyordu.
Müziği toplumun temel kültür değerlerinden biri olarak görüyor ve Türk ulusunun yücelmesinde başlıca hareket unsuru olarak ele alıyordu. Atatürk’ün bu konudaki görüşlerini şu sözlerinden anlayabiliriz:
‘’Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuş demektir’’ 
‘’Efendiler! Hepiniz milletvekili olabilirsiniz! Bakan olabilirsiniz! Hatta Cumhurbaşkanı
olabilirsiniz! Fakat sanatkar olamazsınız!’’ 
‘’Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, müzikte değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir’’ 
‘’Biz Batı musikisini saygıyla dinlediğimiz gibi, bizim musikimiz de bütün dünyada saygıyla
dinlenilecek bir halde olmalıdır.’’ 
‘’Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzikle ilgisi olmayan varlıklar insan
değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise müzik mutlaka vardır.Müziksiz hayat zaten var olamaz.Müzik hayatın neşesi , ruhu , sevinci ve her şeyidir.Yalnız , müziğin türü üzerinde düşünmeye değer.’’ 
‘’Bir millet sanat ve sanatkârdan yoksunsa, tam bir hayata sahip olamaz.’’ 

Atatürk’ün Sevdiği Şarkı ve Türküler


  • ALİŞ'İMİN KAŞLARI KARA 
  • CANA RAKİBİ HANDAN EDERSİN
  • ÇANAKKALE İÇİNDE 
  • DAYLER DAYLER, VİRAN DAYLER 
  • HAB-GAH-I YARE GİRDİM ARZ İÇİN AHVALİMİ 
  • KIRMIZI GÜLÜN ALI VAR 
  • KÖŞKÜM VAR DERYAYA KARŞI 
  • MANİ OLUYOR HALİMİ TAKRİRE HİCABIM 
  • SARI ZEYBEK 
  • ŞAHANE GÖZLER ŞAHANE 
  • VARDAR OVASI 
  • YANIK ÖMER 
  • AYRILIK

Atatürk’ün Türk Dilini Geliştirilmesi İçin Yaptığı Çalışmalar  

Yeni Türk Alfabesi

Harf Devrimi, Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir  Bu yasayla o güne kadar kullanılan Arap Alfabesi'nin yerine, Latin Alfabesi'nin Türkçe'ye uyarlanmış bir biçimi kabul edildi.

Türk Dil Kurumu

Atatürk, Türk dilini milli benliğine kavuşturmak ve zenginleştirerek, bir kültür dili haline getirmek için, Semih Rıfat, Ruşen Eşref (Ünaydın), Celal Sahir (Erozan), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile birlikte 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurmuştur
Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932 yılında TBMM'nin dördüncü dönem, ikinci toplanma yılının açılış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz  Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz " , diye konuşmuş, bu konuda devletin de üzerine düşen vazifeleri yerine getireceğini belirterek hassasiyetlerini bildirmiştir
26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, kurumun çalışma programını kapsayan şu maddeleri tespit etti:

  1. Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması
  2. Türk dilinin tarihi ve karşılaştırmalı gramerlerinin yazılması
  3. Anadolu ve Rumeli ağızlarından olan kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması,
  4. Türkçe bir sözlük hazırlanması,
  5. Kurumun organı olarak bir derginin yayımlanması,
  6. Türk dili üstüne yazılmış yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin çevrilmesi,
  7. Terimlerin Türkçeleştirilmesi 

Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:

  1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
  2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak 

Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir.
Ankara Üniversitesi’nin fakülte olarak kurulan (1935) ilk yükseköğretim kurumu olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Büyük Önderimizin adını koyduğu ve özel bir misyon yüklediği bir bilim merkezidir  Mustafa Kemal Atatürk Fakültemizin kurulmasını önerirken, çağdaş Türkiye’nin yapacağı atılımda hem ulusal bilincin gelişmesi, hem de özgür düşünceli bireylerin yetişebilmesi için, Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliğine araştırılmasının en başta gelen koşul olduğuna inanıyordu

  1. 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu'nu kısa adıyla TDK’yi kurmuştur 
  2. 01 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiş olan Latin alfabesi kökenli Türk Alfabesi'nin ortaya çıkmasını sağlamıştır 

Ankara Askeri Müzik Okulunun Kurulması

Atatürk, her türlü yenilik ve ilerlemede öncü olma görevini üstlenen bir liderdi. Atatürk, yeni müzik kurumlarımızın açılmasında da öncülük etmeyi sürdürmüştür. Onun sayesinde Osmanlı zamanından kalma mevcut müzik aletlerini iyileştirmiş, modernleştirmiş ve gelişmiştir. Bunların yanı sıra, kapatılan kurumların yerine çağdaş uygarlık seviyesine uygun ve ulusal müzik anlayışımıza yakışır yeni müzik kurumları açılmıştır.
1934 yılında’’ Milli Musiki ve Temsil Akademisi Kuruluş Kanunu’’ çıkarıldı. ‘’Müzik İnkılâbı’nın programını yapmak için bir kurul oluşturdu. Bu konu için Avrupa’dan getirilen uzmanlar çalışmalara başladılar. Ankara devlet konservatuarından çağdaş besteci ve yorumcular yetiştirildi. Ayrıca Paul Hindemith (Paul Hindemit) ve Bela Bartok gibi büyük müzik adamları da Türkiye’de araştırma ve incelemeler yapmış ve müzik alanında kendilerinden yararlanılmıştır.
Atatürk’ün önderliğinde, müzik alanında yapılan çalışmalardan biri de 1938 yılında Ankara’da Askeri Müzik Okulu'nun öğretime açılmasıdır. Askeriyeye verdiği değerin de bilindiği gibi, askerlerin müzik konusunda da gelişmesini sağlayan bu okul Atatürk'ün ileri görüşünün örneklerinden biridir.
 Atatürk’ün sağlığında başlatılan müziğimizin geliştirilmesine yönelik çalışmalara ölümünden sonra da devam edilmiştir.
 Türk Müzik tarihinde önemli yeri olan Hüseyin İhsan Künçer, 1938'de kurulmasına vesile olduğu Askeri Muzika Ortaokulu'ndan sonra, 1949 yılında Askeri Muzika Meslek Lisesi'nin kurulmasında büyük emek sarf etmiştir ve repertuar ve orkestra düzeni üzerine çalışmalarıyla Armoni Muzikası'nı, senfonik bir tınıya kavuşturdu.

Ankara Devlet Konservatuarı Kurulması

Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı müzik ve sahne sanatları okulu.
Cumhuriyet'in ikinci yılında Ankara'da müzik öğretmeni yetiştirilmesi amacıyla " Musiki Muallim Mektebi" açılmasını takiben, Atatürk'ün direktifleriyle müzik ve sahne sanatlarının gelişmesi için, Milli Eğitim Bakanlığı bir konservatuar kurmak amacıyla 1934 yılında, Berlin'de öğrenci müfettişi olan Cevat Dursunoğlu'nu görevlendirdi.
1935 yılında ünlü besteci Prof. Paul Hindemith ile anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Hindemith, Türkiye'de müzik kurumlarının yeniden yapılandırılması işlerinde danışman olarak incelemelerde bulunup, konservatuarın kuruluş esaslarını hazırlayarak bir rapor verecekti. Hindemith 6 Nisan 1935 yılında yurdumuza gelerek, bir yıl ara ile iki incelemede bulundu. Bu incelemeler sonucunda konservatuarın; serbest müzik okulu (konservatuar), öğretmen yetiştiren okul (Musiki Muallim Mektebi) ve tiyatro okulundan oluşmasına karar verdi. Bu nedenle konservatuarın tiyatro ve opera bölümünü kurmak üzere Almanya'dan Prof. Carl Ebert getirildi.
Konservatuar önce Musiki Muallim Mektebi içerisinde açıldı. 6-12 Mayıs 1936 tarihleri arasında öncelikle Musiki Muallim Mektebi öğrencileri sınavdan geçirilerek, kimileri tiyatro, kimileri de müzik bölümüne alındı. 1 Kasım 1936 tarihinde de öğrenime başlandı. 1938 yılında, Müzik öğretmeni yetiştirilen bölüm Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlanarak konservatuardan ayrıldı ve 1940 yılında da konservatuar yönetmeliği kabul edilerek yürürlüğe girdi.
1982 yılına kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olarak eğiitim veren Ankara Devlet Konservatuarı, aynı yıl Yüksek Öğrenim Kurumu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesi'ne bağlanmıştır.

Gazi Terbiye Enstitü Müzik Bölümünün Kurulması

Türkiye Cumhuriyeti’nde müzik öğretmeni yetiştiren ilk kurum, Cumhuriyetin ilanından hemen sonra Maarif Vekaleti’nin 1924 yılı bütçesiyle kabul edilen ve 1 Eylül 1924 tarihinde orta dereceli okullara müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla açılan Musiki Muallim Mektebidir. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra çıkarılan 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri kanunun 8. maddesi ile kimlerin Resim- İş, Müzik ve Beden eğitimi öğretmeni olabileceklerine açıklık getirilmiş ve öğretmenlik mesleği yasal dayanağa kavuşturularak orta öğretime öğretmen yetiştiren kurumlar açılmaya başlanmıştır.
1 Kasım 1924’te deneme eğitim öğretimine ilk tedrisat’a bağlı olarak başlayan Musiki Muallim Mektebi 29 Temmuz 1925’te talimatnamesinin yayınlanmasıyla 1925-26 öğretim yılında ilk yılı hazırlık olmak üzere ilkokul üzerine dört yıllık müzik öğretmenini yetiştiren bir kurum hüviyetine kavuşmuştur ve orta tedrisat’a aktarılmıştır. Her geçen yıl kadrosu, bütçesi ve teknik imkânları genişleyen bu kurumun 1931 yılında yeni bir talimatnamesi yayınlanmış ve okulun süresi genel ortaöğretim ve mesleki öğretim adıyla iki bölüm halinde 6 yıla çıkartılmıştır. 1934’te Milli Musiki ve Temsil Akademisinin kurulmasıyla Musiki Muallim mektebi, Riyaseti cumhur Filarmonik Orkestrası ve Temsil Şubesi Yüksek Tedrisat’a devredilen bu kurumun bünyesinde yer almıştır. 1936-37 öğretim yılında Musiki Muallim Mektebi Temsil sınıfları ismiyle bir konservatuar faaliyete geçmiş, Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrası ise bu akademiden ayrılmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucu müzik öğretmeni yetiştirme amacının yanında sanatçı yetiştirme amacı da ağırlık kazanmaya başlamış ve Musiki Muallim Mektebi 1938-39 öğretim yılından itibaren Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ ne aktarılmış ve Gazi Orta Öğretmen ve Terbiye Enstitüsü Müzik Şubesi adını almıştır.
 1926-1927 de Konya’ da kurulan Orta Muallim Mektebi 1927-28 öğretim yılında Ankara’ya nakledilmiş ve Yüksek Tedrisata aktarılarak Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü adını almıştır. Orta dereceli okullara öğretmen ve ilköğretim okullarına müfettiş yetiştiren yüksek dereceli bir okul olan bu kurumun içinde yer alan müzik şubesi müzik öğretmeni yetiştirmeye başlamıştır.
20 Temmuz 1982 de 41 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Hakkında kanun hükmünde kararname ile hizmet öncesi öğretmen yetiştiren kurumlar üniversitelere bağlanarak yeni bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu yapılanmayla Eğitim Fakültesi bünyesine alınan müzik öğretmeni yetiştiren kurumlar, 4 yıllık lisans programı olarak Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü adını almıştır. Buna göre Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü günümüze kadar olan süreçte kurulmuştur.

Atatürk’ün Belirlediği Müzik İlkeleri


  • Halk müziğimize önem verilmesi 
  • Bu eserleri seslendirmek ve yorumlamak için orkestralar ve korolar kurulması
  • Müziğimize çok seslilik ilkesinin gelmesi
  • Halk ezgilerinin, batı tekniği ile çok seslendirme çalışmaları yapılması
  • Aynı ezgilerimiz, çağdaş tekniklerle işlenerek özgün eserler bestelenmiştir.
  • İlk Türk operası olan “Özsoy Operası “Ahmet Adnan Saygun tarafından bestelenip sahneye koyulmuştur.
  • Türkçe operalar sahneye konulması
  • Geleneksel Türk halk müziği, geleneksel Türk sanat müziği ve çağdaş çok sesli Türk müziği alanlarında değerli sanatçılar ve öğretmenler yetiştirilmiştir.
  • Çeşitli üniversitelere bağlı fakültelerde müzik bölümleri açılmıştır.
  • Çeşitli müzik guruplarımız yurt dışında düzenlenen festivallere katılarak büyük başarılar elde etmişlerdir.

Atatürk’ün Belirlediği Müzik İlkeleri Doğrultusunda Yapılan Çalışmalar

Atatürk’ün müzikle ilgili görüşlerini hayata geçirmesinde uyulması gereken temel düşünceler, onun belirlediği müzik ilkelerine dayanmaktadır.
Türk müziği, Türk müzik inkılâbından sonra her yönüyle bir atılım içine girmiştir. Ulusallıktan çağdaşlığa çağdaşlıktan evrenselliğe ilkesiyle yapılan çalışmalar sonucu, müziğimizde büyük gelişmeler sağlanmıştır. Müzikle ilgili gelişmeler doğrultusunda amaçları gerçekleştirmek için çeşitli müzik kurum ve kuruşları açılmış, burada eğitim gören öğrenciler, Atatürk’ün belirlediği ilkeler doğrultusunda yetiştirilmiştir. Bu çalışmalar, devam ederek günümüze kadar gelmiştir.

Müzik

Müzik en genel tanımı ile sesin biçim ve devinim kazanmış hâlidir. Başka bir deyiş ile de müzik, sesin ve sessizliğin belirli bir zaman aralığında ifade edildiği sanatsal bir formdur. Biçim ve devinim içeren bir ses oluşumunun müzik olarak kabul görmesi için dinleyende duygulara yönelik etkileşim yapması da beklenmektedir. Tarihsel dönem, bölge, kültür ve kişisel beğenilere bağımlı olarak ele aldığında müzik teriminin tanımı önemli farklılık gösterebilmektedir. Özellikle 20. yüzyıl çağdaş Batı müziğinde ortaya çıkan çok farklı müzik akımları, ortak bir tanımı büyük ölçüde zorlaştırmaktadır. Bunun ötesinde, gittikçe daha fazla insanın erişme olanağı bulduğu farklı kültürlere ait yerel müzikler de bu tanımlama zorluğunu arttırmaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı, müziğin tek bir tanımla açıklanması yerine farklı açılardan (sosyolojik, psikolojik, akustik, politik vb.) yapılan birden fazla tanımla açıklanması yaygınlık kazanmıştır. Bir sosyologun müziğe olan yaklaşımıyla, bir akustik fizikçinin yaklaşımı arasında gerek tanım, gerek metodolojik olarak büyük farklılık vardır. Tüm bu yaklaşımlar müzikologlar ve müzik teorisyenleri tarafından araştırılır ve değerlendirilir.
Temel olarak dört ana unsurdan oluşur: Diklik, bir sesin ne kadar 'tiz' ya da 'pes' olduğunu ifade eder. Örneğin her nota ismi (Do, re, mi) farklı bir dikliğe sahiptir. Aynı nota isimleri de hangi oktavda bulunduklarına bağlı olarak farklı diklikleri hangi edebilirler. Akustik olarak birimi frekanstır.
Yoğunluk, bir sesin gürlüğünü ifade eder. Müzikte nüans olarak da kullanılır (forte, piano, fortessimo vb). Akustik olarak birimi desibeldir.
Süre, bir sesin ne kadar sürdüğünü ifade eder. Müzikte ikinin katları biçiminde ifade edilir (birlik, ikilik, dörtlük, sekizlik) ancak nota değerlerinin yanlarına konan noktalar sürenin kendi değerinin yarısı kadar daha uzamasını sağlar.
Tını, bir sesin rengini ifade eder. Örneğin aynı oktavda aynı notayı aynı yoğunlukta ve aynı uzunlukta çalan bir kemanla bir flüt arasındaki fark tını farkıdır. Dört özellik içinde en karmaşık olan özellik budur. Akustik olarak tını, sesin doğuşkan (harmonik) yapısına bağlı olarak değişir.
Müzik konusunda en büyük sıkıntı, müziğin bilimsel yönleriyle yeteri kadar tanıtılamamasıdır. İnsanların günlük hayatta bile sürekli iç içe oldukları bu olguya bilimsel yaklaşmak faydalı olabilir.
Müziğin tanımıyla ilgili şu görüşler vardır:
Kelimelerle anlatılamayan duygu ve düşüncelerin seslerle anlatılması sanatıdır. Müzik; duygu, düşünce, izlenim ve tasarımları ve başka gerçeklerin de katkısıyla belli durum, olgu ve olayları, belli bir amaç ve yöntemle, belirli bir güzellik anlayışına göre birleştirerek, biçimlendirilmiş seslerle işleyerek anlatan estetik bir bütündür. Herkesin anlaya bildiği ve anlayabileceği yegâne dildir. Müzik dil ve ırk farketmeksizin direk olarak duygulara hitap eden etki eden bir sanat dalıdır...
Eski Yunan Felsefesinde müziğin etkisi yoğun olarak görülür. Nitekim Musiki-musika-muzika-müzik kelimeleri Yunanca kökenlidir. Yunan alfabesinde m-o-u-s-a harfleriyle yazılan ve musa diye okunan peri anlamındaki kelimenin sonuna gelen –ike veya –ika takısı, o kelimeye konuşulan dil anlamını kazandırır; Elenika (Yunanca), Turkika (Türkçe), İtalika (İtalyanca) örneklerinde olduğu gibi. Musa’ya eklenen –ike takısı, peri sözcüğüne de perilerin konuştuğu dil anlamını verir.( ta musiké ) Mûsikiye daha sonraları toplumumuzda İslâmi terimle meleklerin dili denilmiştir.(Elest bezmi’nin avazesi) Bu durum, müziğe eski çağlardan itibaren batıda da doğuda da tanrısal özellikler atfedildiğini gösterir.
Müzik; hem bir sanat hem de bir bilimdir. Duygusal olarak algılanışının yanı sıra akıl ile de kavranabilir. Bu özelliği ile bireyin ve toplumun duyuş ve biliş açısından durumunu belirlediği gibi, gelişim ve değişimini de sağlayan organik bir yapıdır. Sesin en güzel şekli müzik ile dile gelir. Resim, renklerin birleşmesinden; şiir, kelimelerin kaynaşmasından nasıl oluşuyorsa; müzik de seslerin, duygu, düşünce ve heyecanımızı anlatmak üzere belli bir estetik anlayışına göre seçilip işlenmesinden oluşmaktadır.

Atatürk’ün Yetişmeleri İçin Yurt Dışına Gönderdiği Sanatçılar

Sanatçılar ve yurt dışında eğitim gördükleri yıllar:

  • Cemal Reşit Rey, 1923
  • Ahmet Adnan Saygun 1928 - 1931
  • Necil Kazım Akses 1926 - 1933
  • Ulvi Cemal Erkin 1925 - 1930
  • Hasan Ferit Alnar 1927 – 1932

Cemal Reşit Rey

Cemal Reşit Bey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu. 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu. Babası Ahmet Reşit Rey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı. Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı. Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu.
Beş yaşındayken ailece İstanbul'a geldiler. Burada bir yandan ilkokula giderken, bir yandan da piyano çalışmaya başlar. Galatasaray Lisesi'nde okumaya başladığı yıllarda babasının politik durumu nedeniyle 1913 yılında zorunlu olarak Paris'e taşınırlar.
Burada özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare aileye sahip çıkar. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına çok az zaman vardır ve Ahmet Reşit Bey ve ailesi dünyanın kültür başkenti Paris'te yaşamaya başlarlar. Cemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Gustav Mahler'i orkestra yönetirken görecek, konservatuarda onu müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir. Faure onu dinledikten sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz" der. Sonra babasına dönerek "Oğlunuz hayatta müzikten başka hiçbir şey yapamaz" diye onun müzik dehasını hemen keşfeder. Claude Debussy'nin öğrencisi, Maurice Ravel'in en yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar hiç para almadan Cemal Reşit'in eğitimi ile yakından ilgilenecektir.
Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'te uzun süre kalamazlar. Cenevre'ye yerleşirler. Cemal Reşit eğitimine burada Cenevre Konservatuarı’nda devam ederken, normal lise eğitimini de sürdürür. Konservatuarın ustalık sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dâhiliye nazırlığına atanınca İstanbul'a gelirler. Baba oğlunu hemen İstanbul'da bir piyano öğretmenine götürür. Ancak çocuğun piyano bilgisi öğretmeninkinden fazladır. Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e eğitime gönderilecek, tekrar Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır. Konservatuarda Gabriel Faure'den müzik estetiği dersleri alır. Besteci, piyanist ve orkestra şefliği üzerinde eğitim görür. Daha okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar.

Ahmet Adnan Saygun

Önemli din bilginleri yetiştirmiş İzmirli köklü bir aileden gelen Saygun'un babası sonradan İzmir Milli Kütüphanesi'nin kurucuları arasında yer alacak olan Mahmut Celalettin Bey'dir.
Adnan Saygun, daha ilkokul yıllarında başladığı müzik çalışmalarına, sanat eğitimine ağırlık veren bir okul olan İzmir İttihat ve Terakki İdadisi 'nde, 13 yaşında İzmir'de İsmail Zühtü (nazariyat) Rosati (piyano) ve Tevfik Bey (piyano) yanında yaptı. 1922 yılında Macar Tevfik Bey'in öğrencisi oldu. 1925 yılında Fransız La Grande Encyclopedie'den müzikle ilgili makaleleri çevirerek birkaç ciltlik büyük bir 'Musiki Lugati' meydana getirdi. 1926 yılında İzmir Erkek Lisesi'nde bir süre müzik öğretmenliği yaptıktan sonra, 1928 yılında devlet bursuyla müzik eğitimi için Paris'e gönderilerek orada Vincent d'Indy (kompozisyon), Eugène Borrel (Füg), Madame Borrel (armoni), Paul le Flem (Kontrpuan), Amédée Gastoué (Gregoryen ezgileri), Edouard Souberbielle (org) ile çalıştı. Paris'teyken Op. (Opus) 1 sıra numaralı Divertissement adlı orkestra eserini yazmıştır. Saygun’un bu bestesi 1931 yılında jüri başkanının Henri Defossé (Cemal Reşit Rey'in orkestra şefliği hocasıdır) olduğu Paris’teki bir beste yarışmasında ödül kazanmış, Gabriel Pierné yönetimindeki Colonne Orkestrası tarafından önce Paris, Varşova daha sonra da Rusya ve Belçika'da seslendirilmiştir. Eser böylece, Cemal Reşit Rey'in Anadolu Türküleri (1927), Bebek Efsanesi (1928) ve Türk Manzaraları (1929) adlı Paris'te seslendirilmiş bulunan üç eserinden sonra yurtdışında icra edilen dördüncü Türk orkestra eseri olmuştur.
Saygun, 1931'de Türkiye'ye dönüp bir süre müzik öğretmenliğinden sonra, çalışmalarını kompozitör, etno-müzikolog ve kompozisyon hocası olarak sürdürdü. 1934 yılında Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'nı bir yıl boyunca yönetti. CSO şefi olduğu dönemde devlet başkanı Atatürk 'ün talebiyle, Türkiye'yi ziyaret edecek olan İran Şahı şerefine ilk Türk operası olan Op. 9 Özsoy Operası nı bir ay gibi çok kısa bir sürede yazdı. Bu opera, Türk Milleti’nin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi.
Devlet konservatuarlarında etnomüzikoloji bölümleri açılması yönünde çalışmalar yapmış, ancak bunlar Atatürk'ün desteğine rağmen maalesef ilgili kurumlarca hayata geçirilememiştir.
1934 yılında yine Atatürk'ün talebiyle Taşbebek operası nı besteledi. Bu operada yeni Cumhuriyet insanının doğuşunu anlattı.
Kulağındaki bir rahatsızlık nedeniyle tedavi için İstanbul'a giden Saygun, İstanbul Belediye Konservatuarı'nda öğretmenliğe geri döndü. Saygun, Yunus Emre Orotoryosu adlı ünlü yapıtının seslendirilişine kadar sürecek olan bir gözden düşme dönemine girmişti. Ankara'da yeni bir konservatuar kurma çalışması vardı ne var ki bu çalışmalar Saygun'un savunduğu kültürel ulusallık fikrini değil, evrensel müzik anlayışını destekleyenler tarafından sürdürülmekteydi. Konservatuar, bu iş için danışman olarak getirilen konservatuar Paul Hindemith'in evrenselci müzik görüşleri doğrultusunda 1936 yılından kuruldu. Adnan Saygun ise 1936 yılında ülkemize gelen Macar besteci ve etnomüzikolog Bela Bartok'a Anadolu gezisinde eşlik etmekteydi. Birlikte özellikle Osmaniye dolaylarından derledikleri türküleri notalaştırdılar. Çalışmaları, "Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır.
1942'de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu 1946 yılında Ankara’da seslendirildi ve büyük başarı kazandı. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris'te ve 1958'de Birleşmiş Milletler kuruluş yıldönümü verilesiyle New York 'ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilmiştir. Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı Çarşısı'nın Dervişler Caddesi 'nde (bugün Anafartalar Caddesi) Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika'ya, Birleşmiş Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile taşımış oluyordu.
Yunus Emre den sonra, Kerem, Köroğlu, Gilgameş başta olmak üzere üç opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi koral eserler, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler yazdı. Eserleri New York NBC, Orchestre Colonne, Berlin Senfoni, Bavyera Radyo Senfoni, Viyana Filarmoni, Viyana Radyo Senfoni, Moskova Senfoni, Sovyet Devlet Senfoni, Moskova Radyo Senfoni, Londra Filarmoni, Kraliyet Filarmoni, Northern Sinfonia, Julliard Quartet gibi topluluklar ve Yo-yo Ma gibi virtüözler tarafından seslendirildi. 1971'de yürürlüğe giren Devlet Sanatçılığı Kanunu çerçevesinde ilk Devlet Sanatçısı unvanı Adnan Saygun'a verilmiştir.
A. Adnan Saygun, bir konser için Ankara'ya gelen ancak ülkelerinden Nazi baskısı nedeniyle geri dönmeyen Budapşete Kadın Orkestrası üyelerinden Macar asıllı Irén Szalai (sonradan Nilüfer adını almıştır) ile 1940 yılında evlenmiştir, çiftin çocuğu olmamıştır. Saygun, 6 Ocak 1991 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
Orkestra, oda müziği, opera, bale, piyano üzerine birçok yapıtı olduğu gibi, etnomüzikoloji ile müzik eğitimi konularında yayınları vardır. Çalışmaları ve diğer belgeleri Ankara ’da Bilkent Üniversitesi bünyesinde kurulan “Ahmet Adnan Saygun Müzik Eğitim ve Araştırma Merkezi”nde bulunmaktadır.
Ahmed Adnan Saygun’un yapıtlarının seslendirme üzerindeki hakları SACEM’e aittir. Yayınlanan bir kısım yapıtlarının telif hakları Southern Music Publishing, New York ve Hamburg’taki Peer Musikverlag’a aittir.
Müzikolog Emre Aracı tarafından kaleme alınan kapsamlı bir biyografisi Adnan Saygun – Doğu Batı Arası Müzik Köprüsü adı altında Yapı Kredi Yayınları tarafından 2001 yılında yayımlanmıştır.

Necil Kazım Akses

1908'de İstanbul'da dünyaya geldi. Babası, Harbiye Nezareti posta müdürlerinden Mehmet Kazım Bey annesi daha sonra Kandilli Kız Lisesi Müdiresi olacak olan edebiyat öğretmeni Emine Hanım'dır. Keman dersi almaya yedi yaşında başladı. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde yaptı. Bu sırada Dârülelhan'da (İstanbul Belediye Konservatuarı) Cemal Reşit Rey'in armoni sınıfına yazıldı. Özel olarak önce Mesut Cemil ve sonra Sezai Asal ile viyolonsel çalıştı.
1926'da kendi olanaklarıyla Avusturya'ya giderek Viyana Devlet Müzik ve Temsil Akademisi'ne yazıldı. Burada Walther Kleinecke'nin viyolonsel ve Joseph Marx'ın kompozisyon öğrencisi oldu. Bir yıl sonra Türk hükümetinin bursunu kazanarak, eğitimine devam etti. Viyana Akademisi'nin yüksek lisans derslerini sürdürürken, Prag Devlet Konservatuarı’na da kaydoldu. Josef Suk ile yüksek kompozisyon ve Alois Hába ile mikrotonal müzik çalıştı. Her iki kurumun da ileri devre kompozisyon bölümlerinden mezun olarak 1934'te yurda döndü. Viyana’da bulunduğu dönemde Naciye Hanım ile tanışıp evlendi, bu evlilikten kızı Sevil dünyaya geldi.
Yurda döner dönmez Atatürk'ün Ankara’ya gelişinin 15. Yıldönümü nedeniyle ısmarlanan "Bayönder" başlıklı operasını besteyen Necil Kâzım Akses aynı yıl, Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmenliğe ve müdür muavinliği görevine başladı. Okulun devlet konservatuarı haline getirilmesi için çalıştı. 1935'te, Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurulması amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı'nın çağrılısı olarak Türkiye'ye gelen Alman besteci Paul Hindemith'in yardımcılığını üstlendi. Soyadı Kanunu çıktığında, müzik öğrenimi görmesi için ailesini ikna etmiş ve kısa süre içinde devlet bursu kazanmasına yardımcı olmuş koruyucusu Hakkı Tarık Us’un isteği ile “Akses” soyadını aldı.
1936'da yeni kurulan bu konservatuara kompozisyon öğretmeni olarak atandı. Aynı yıl Bela Bartok, Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin ile birlikte Adana'nın Osmaniye ilçesindeki folklor araştırmalarına katıldı.
1939’da Halkevlerinin 7. Kuruluş yıldönümü nedeniyle gerçekleşen müzik festivalinde verilen bir konserde diğer Türk Beşleri’nin eserleriyle birlikte Akses’in “Çiftetelli” adlı eseri seslendirildi. 1938-39’da askerliği sırasında ilk taslaklarını yazdığı “Ankara Kalesi, Senfonik Tarih” (1942) adlı eseri Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Berlin’de Berlin Şehir Orkestrası tarafından seslendirildi ve Avrupa’da plak yapıldı. Bu eser, yurtdışında plağa alınmış ilk Türk yapıtı olma özelliğini kazandı.
1941’de Saadet Hanım ile evlendi, bu evlilikten Okşan(1942) ve oğlu Ahmet (1947) dünyaya geldi. 1942’de sahne müzikleri besteleyen sanatçı, 1945’te Yaylı Çalgılar Üçlüsü’nü, 1946’da “Birinci Yaylı Çalgılar Dörtlüsü”’nü besteledi. 1946’da Akdeniz’den aldığı es  inle “Poem” adlı eserini yazdı.
1947’de bestelediği “Ballad” adlı eserden sonra besteciliği bir suskunluk dönemine girdi. 1948'de Konservatuar müdürlüğü, 1949'da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yaptı. Kültür ataşesi olarak Bern'de (1954) ve Bonn'da (1955-1957) bulundu. 1958-1960 yıllarında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü oldu. 1971'de yeniden aynı görevi üstlendi. Hükümetin değişmesi ve yeni kültür müsteşarı ile anlaşamaması üzerine 1972'de kendi isteği ile emekli oldu.
Besteci büyük senfonilerini, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Cahit Külebi gibi Türk şairlerinin eserleri üzerine bestelediği lietleri, büyük korolu yapıtları 1960’lardan sonra ortaya koydu. “Keman Konçertosu”, “Birinci Senfoni”, “Itri’nin Neva Kâr’ı Üzerine Scherzo” gibi önemli eserlerini birbiri ardına yazdı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşunun 150. Yılı için “Bir Divandan Gazel” ve “Orkestra Konçertosu” adlı eserlerini yarattı. Bir Divandan Gazel’de ilk defa “rastlamsal" tekniği kullandı.
Necil Kazım Akses, 1971'de "Centre Mediterranéen de Musique Comparée et de Danse"ın kurucu yönetim kurulu üyesi ve başkan vekili seçildi. İlk defa Devlet Sanatçılığı unvanının verildiği 1972 yılında bu unvanın verildiği 11 kişiden birisi oldu.
1976-1977’de bir viyola konçertosu yazdı ve Koral Çalgan’a ithaf etti. Eser, 1978’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde Çalgan tarafından seslendirildi. İkinci ve Üçüncü Senfonilerini yazdı. Atatürk’ün ölümünün 100. Yıldönümü için 1881’de yazdığı “Barış için Savaş” başlıklı senfonik şiir, Atatürk Sanat Armağanı’nı aldı. 1983’te Dördüncü Senfoni’yi tamamladı.
1985 yılında profesörlük unvanı alan Necil Kâzım Akses yaşamının son dönemlerine dek Konservatuarı’nda kompozisyon dersi verdi. 1988’de “Atatürk Diyor Ki” başlıklı Beşinci Senfoni’sini tamamladı. Artık başka çalışma yapmamaya karar verdiyse de 1990’da “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü”’nü tamamladı. 1992 yılında Sevda Cenap And Vakfı’nın Altın Onur Madalyası’na layık görülen Akses, Çanakkale Şehitleri’ne adanan “Ölümsüz Kahramanlar” başlıklı Altıncı Senfonisi’nin sadece ilk bölümünü tamamlayabildi. 16 Şubat 1999 Salı günü hayata veda etti.
Öldüğü sırada aynı zamanda Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde kompozisyon derslerini sürdürmekteydi. Akses, besteciliği yanında, yeni ve genç kuşakların yetişmesini sağlayan büyük bir öğretici olarak da öneme sahip bir sanatçıdır.
Adı, Ankara’da ikamet ettiği sırada kaldığı Emek Semti’nde bir parka verilmiştir[5]. Evin İlyasoğlu tarafından hakkında “Necip Kazım Akses: Minyatürden Destana Bir Yolculuk” (1998) başlıklı kitap basılmıştır.

Ulvi Cemal Erkin

Ulvi Cemal Erkin 14 Mart 1906 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Annesinin piyano çalması ve kendisinden büyük olan erkek kardeşinin keman dersleri alması nedeni ile müziğe küçük yaşta ilgi duymaya başladı. Küçük Ulvi, üst düzey bir bürokrat olan babası, Mehmet Cemal Bey'i yedi yaşında iken kaybedince, annesi, Nesibe hanım çocukları ile babası Abdullah Behçet Bey'in evine yerleşti. Ulvi Cemal sekiz yaşına henüz basmıştı ki, önce Mercenier adlı bir Fransız'dan, daha sonra da o tarihlerde İstanbul’da ünlü bir öğretmen olan Adinolfi'den piyano dersleri alarak kısa sürede büyük bir aşama ile bu konudaki yeteneğini kanıtladı.
Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında Türkiye'de senfonik müziğin temellerinin atılabilmesi için bu alanda akademik eğitim görmüş Türk sanatçıl  arına gereksinim vardı. Bu nedenle, Atatürk güzel sanatların çeşitli dallarında öğrenim görecek genç yetenekleri Avrupa'ya yollamayı kararlaştırdı. Nitekim bu amaçla, 1925 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı Müzik öğrenimi görecek gençleri seçmek için bir sınav açtı. Ulvi Cemal Erkin bu sınavı kazandığı zaman on dokuz yaşında idi. Sekiz yaşından beri aralıksız sürdürdüğü müzik eğitimine bu sınavın sonucu olarak Paris'te devam edecekti.
Böylelikle aynı sınavı kazanan Cezmi Rıfkı Erinç ve Ekrem Zeki Ün ile birlikte 1925'te devlet tarafından Paris Konservatuarı’na gönderildi. Ayrıca, burada uzun yıllar Amerika’da kompozisyon öğretmenliği yapan ve ilk kadın orkestra şefi olarak da bilinen Nadia Boulanger ile École Normale de Musique de Paris'te kompozisyon çalıştı. Ayrıca Isidor Philip ve Camille Decreus ile piyano, Jean Gallon ile armoni, Noel Gallon ile kontrpuan çalıştı. Ulvi Cemal Erkin ilk eseri olan orkestra için "Iki Dans"ı ve eserleri listesinde ikinci sırayı alan keman ve piyano için, "Ninni", "Emprovizasyon" ve "Zeybek" adli parçayı Paris'te yazmıştı.1930 senesinde Türkiye'ye geri dönerek Musiki Muallim Mektebi’nde piyano ve armoni öğretmenliğine başladı.
Ulvi Cemal Erkin 29 Eylül 1932'de, Leipzig Konservatuarını bitirerek Musiki Mallim Mektebi'nde piyano öğretmenliğine atanan Ferhunde Remzi ile evlendi. Bu evlilikten sonra ürünlerinin esin kaynağı ve piyano yapıtlarının en iyi yorumcusu eşi Ferhunde Erkin oldu. Ömür boyu süren birlikteliklerinde yurt içinde ve yurt dışında verdikleri konserlerle heyecanları, mutlulukları, başarıları birlikte paylaştılar ve kısıtlı imkânlarla genç müzisyenleri yetiştirmeye ve senfonik müziği yaymaya kendilerini adadılar.
Erkin 1943 Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin açtığı beste yarışmasının büyük ödülünü Ahmet Adnan Saygun ve Hasan Ferit Alnar'la paylaştı. Ulvi Cemal Erkin bu yarışmaya Köçekçe ve Piyano Konçertosu ile katılmış ve Piyano Konçerto'su ödüle layık görülmüştür. Ulvi Cemal Erkin, o dönemde verdiği bir mülakatta konçerto yazma fikrini, kendisine, ünlü piyanist Alfred Cortot'nun verdiğini söyledi.
Bu piyano konçertosu aynı senenin 11 Mart'ında Riyaseti Cumhur Orkestrası tarafından şef Dr. Ernst Praetorius yönetiminde ve Ferhunde Erkin'in solistliğinde seslendirildi. Dönemin Almanya büyükelçisi Franz von Papen'nin girişimleri ile 8 Ekim 1943 tarihinde bombardıman altındaki Berlin'de Berlin Şehir Orkestrası tarafından seslendirildi. Berlin Şehir Orkestrası'nı Fritz Zaun yönetti. Solist Ferhunde Erkin oldu.
Ulvi Cemal Erkin, 15 Eylül 1972 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata veda etti.

Hasan Ferit Alnar

Küçük yaşta geleneksel sanat müziğine başlayan ve on dört yaşındayken İstanbul’da bir “kanun virtüözü” olarak ün yapan Alnar, ilk gençlik yıllarında özel olarak armoni, kontrpuan ve füg dersleri alarak yeteneğini çoksesli müzik alanına kaydırdı. 16 yaşındayken ilk bestesini yaptı. O yıllar İstanbul Sultanisi'nde (İstanbul Lisesi) okuyor, aynı zamanda geceleri, Darüttalim-i Musiki topluluğuyla sahneye çıkıyordu. Yine o sıralar aynı toplulukla Berlin'e giderek Alman Polydor firması için birkaç plak doldurdu. Bu yolculuklarından birinde Berlin Yüksek Okul müdürü ve besteci Franz Schreker ile tanışan Alnar çok sesli bestelerinin Schreker'in ilgisini çektiğini görünce, bitirmek üzere olduğu İstanbul Mimarlık Akademisi'nden ayrıldı ve devlet bursuyla 1927'de Viyana'ya yerleşti. Viyana Devlet Müzik Akademisi'nin bestecilik bölümünde Joseph Marx'ın öğrencisi oldu, ardından Oswald Kabas ile orkestra şefliği çalıştı.
1932’de Türkiye’ye döndü ve İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda orkestra şefliği, Belediye Konservatuarı’nda müzik tarihi hocalığı yaptı. 1936’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na (Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası) şef olarak atandı ve Ankara’da ilk opera temsilerini hazırladı. Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası’nın şefi Dr. Praetorius’un ani ölümü üzerine, orkestranın şefliğini 1946 yılında üstlenen Alnar, altı yıl boyunca sürdürdüğü bu görevi, sağlığının bozulması dolayısıyla bırakmış, bir süre sonra tekrar Viyana'ya yerleşip çeşitli orkestraları konuk şef olarak yönetmiştir. 1964'te yurda döndükten sonra sanat yaşamını başkentte sürdürdü.
Yapıtlarında Klasik Türk müziği bilgisinden büyük ölçüde yararlanan Alnar’ın bu açıdan en çok dikkati çeken yapıtı, 1944-1951 yılları arasında bestelediği Kanun ve Yaylı Sazlar Orkestrası İçin Konçerto’dur. İlk kez 1958’de yaylı sazlar dörtlüsü eşliğinde Ferit Alnar tarafından Ankara’da seslendirilen yapıt, daha sonra Cem Mansur yönetimindeki orkestra eşliğinde Ruhi Ayangil tarafından uzunçalara kaydedildi. Bu konçertoyla, Türkiye’de ilk kez geleneksel bir çalgıyı “solo” olarak değerlendirmiştir.
Türk halk müziğine de ilgi gösteren Hasan Ferit Alnar, halk müziği gereçlerini örneğin “Prelüd ve iki Dans” adlı orkestra yapıtında kullanmıştır. Bestecinin en çok seslendirilen yapıtlarından bir başkası da "Viyolonsel Konçertosu"dur. Sanatçı, Türkiye’de çekilen tümüyle renkli ilk film olan Halıcı Kız’ın müziğini de bestelemiş ve kanunu kendisi seslendirmiştir. Klasik Türk Müziği alanındaki besteleri ise son dönemde sık sık seslendirilmeye başlamış ve kayıtları yayınlanmıştır.
Türk Beşleri'nin içinde yer alan Alnar, teksesli Türk Müziğinden yetişmiş olmasıyla ayrı bir yere sahiptir.
Belirsiz bir rahatsızlık nedeninden dolayı 1978 yılında hayata veda etmiştir.

Servet-i Fünun Edebiyatı Ayrıntılı 33 Sayfa Öğt. Yılmaz Dağ Konu Anlatımı İndir Download

Servet-i Fünun Edebiyatı Ayrıntılı Konu Anlatımı

Servet-i Fünûn

Servet-i Fünûn Romanının Dil ve Anlatım Özellikleri

Tanzimat'la başlayan Türk romanı, Servet-i Fünûn döneminde Namık Kemal'in açtığı sanatkârane üslup ile gelişimini devam ettirmiştir. Bu dönemde roman, gerek üslup gerekse teknik bakımdan önceki döneme göre büyük gelişim göstermiştir. Romanda Tanzimatçılarda görülen kurgu hataları, üslup eksiklikleri, acemilikler Servet-i Fünûn döneminde kaybolmuştur. Roman tekniği modern ve sağlamdır. Olayların örgüsü, işlenişi ve konuşmalar başarılı biçimde verilmiştir. Yazarlar, eserde kişiliğini gizlemiştir. Batılı anlamda Türk romanı bu dönemde yazılır.
Servet-i Fünûncular, Tanzimat'la başlayan dilde sadelik anlayışından uzak durmuş, aydın kesim için süslü ve sanatlı bir dille eserler vermiştir. Onlar estetiğe önem vermiş, bu da beraberinde dil zenginliğini getirmiştir. Ancak sanatkârane üslup anlayışı eserlerde kullanılan dilin kimi zaman anlaşılmaz hâle gelmesine neden olmuştur. Sanatçılar duygu ve düşüncelerini anlatmak
için Arapçadan, Farsçadan, Batı edebiyatından sözcük ve tamlamalar kullanmışlardır. Batı edebiyatının etkisiyle kısa cümleler kurmaya özen göstermişlerdir. Yazılarda Fransız cümle yapısının etkisi vardır. Söz diziminde yenilikler yapmışlar; kesik cümleler kullanmışlar, sıfatları ismin sonunda kullanmışlar, fiilsiz cümleler oluşturmuşlar, "ve" bağlacına, "ah" ve "oh" gibi ünlemlere cümlelerde bol bol yer vermişlerdir.

Servet-i Fünûn Romanının Tema/Konu Özellikleri

Tanzimat sanatçıları devrin koşulları gereği dışa dönük sosyal yazarlardır. Yapıtlarında işledikleri konular da yanlış Batılılaşma, görücü usulüyle evlenme, esaret (kölelik) gibi sosyal konulardır. Servet-i Fünûn sanatçıları ise yaşadıkları dönemdeki siyasal baskılar ve sansür nedeniyle bireysel konulara yönelmiştir. Bunun sonucu olarak sosyal içerikli temalardan uzak durmuşlar; eserlerinde hayâl-hakikat çatışması, başarısız aşklar, karamsarlık gibi bireysel temalara yönelmişlerdir.
Yazar yaşadığı toplumdan bağımsız değildir. Onun, yaşadığı toplumun uzak bir şekilde eser vermesi olanaksızdır. Bu açıdan her tema yazıldığı dönemin zihniyetini, sosyal ve kültürel durumlarını yansıtır. Kısacası yaşamın gerçeği ile romanın gerçeği birbiriyle örtüşmez; ancak roman gerçek yaşamdan, içinde yaşadığı toplumsal, ekonomik ve kültürel ortamdan etkilenir. Üretildiği toplumun yansımalarını içerir. Mai ve Siyah'ta romanın yazıldığı dönemin basın hayatı, Aşk-ı Memnu'da Beyoğlundaki yaşam, eğlence merkezleri yer alır. Servet-i Fünûn romanında, konular İstanbul'daki seçkin kişilerin yaşamından, özellikle Batılı çevrelerden alınır. Hayal kırıklığı, üzüntü ve başarısız aşklar romanlara konu olur.

Servet-i Fünûn ile Tanzimat Romanının Karşılaştırılması

Tanzimat Dönemi'nde yazarlar roman türünün ilk örneklerini vermiştir. Bu dönemde yazarlar, romanda belli bir gelişmeyi değil, Doğu ve Batı kültürünü birbirine katarak sosyal yararı gözetmiştir. Halka seslenebilmek için yazmış, bu yolda meddah ağzını kullanmış, öğreticiliği amaçlamıştır. Bu açıdan Tanzimat romanları teknik olarak kusurlu; ama bu türü yaygın hâle getirmesi açısından önemlidir. Yazarlar, romanlarında halkı göz önünde bulundurmuş, görüşleriyle kahramanları üzerinde etkili olmuş, romanlarının olay akışını sık sık keserek okura bilgiler vermiştir. Edebiyatımızda Batılı anlamda esas roman, Servet-i Fünûn'la başlar. Servet-i Fünûncular realist ve natüralist yazarları, psikolojik roman çığırını açan yazarları ve onların roman anlayışlarını örnek almışlardır. Toplumsal yarar içeren sosyal konular (cariyelik, görücü usulüyle evlilik, köle ticareti, yanlış Batılılaşma vs.) gitmiş, kişisel konular, özellikle aşk konusu romanlara hakim olmuştur.
Tanzimat romanlarında kişilerin psikolojik çatışmalarına çok az yer verildiğini, yazarların görüşlerinin roman kahramanları üzerinde etkili olduğunu, romanlarda gösterme tekniği yerine öykülemenin ağır bastığını önceki ünitemizde işlemiştik. Bu dönem roman yazarları daha çok, Doğu edebiyatının etkisindedir. Tanzimat Dönemi romanlarında ne canlı bir psikoloji ne karakter ne de gerçekçi yaşam sahneleri vardır. Bu nedenle yazarlar, tasvir ve tahlilde başarılı olamamışlardır.
Romanlarda ağırlıklı olarak kişilerin yaşamı ve salon hayatı işlenir. Kişilerin ruh çözümlemelerine, tabiat ve çevre betimlemelerine özen gösterilir. Roman kişileri, romantik yönleri olmakla birlikte genellikle modern yaşamın içinden, eğitimli, bazen hırslı, bazen isyankar, geleneğin kalıplarını kıran, ümitle bunalım arası gelgitler yaşayan gerçekçi kişilerdir. Bu kişiler karamsar tipler, çapkın ve macera peşinde olanlar, zengin ve Avrupalı tipler olarak sınıflandırılabilir.
Yazarlar kahramanlarını psikolojik gerçekliklere uygun olarak serbest bırakır, okuru, taraf tutmadan kahramanları anlama ve çözümlemeye yönlendirir. Bunun yanında yazarlar, romanlarda Batı tarzı hayatı ve kahramanları işlemişler, sosyal yaşamdan da kuvvetli tiplere ve sahnelere de yer vermişlerdir. Örneğin Halit Ziya'nın Mai ve Siyah romanındaki Ahmet Cemil, Aşk-ı Memnu'daki Firdevs Hanım, Nihal ve Bihter, o devir İstanbul'unda yaşamış toplumdan kişilerdir.
Tanzimatta sade dile yönelim vardır. Şinasi ile başlayan dilde sadeleşmeyi Ahmet Mithat, uygulamaya çalışır. Fakat özentisiz cümleler kurduğu için bunda başarılı olamaz. Samipaşazâde Sezai dilde sadeleşmeyi savunmakla birlikte sanatlı söz söyleme alışkanlığından bütünüyle kurtulamaz. Bu konuda Nabizade Nazım daha başarılıdır. Servet-i Fünûn roman ve öykülerinde ise sade dil anlayışı bir kenara bırakılmış, son derece süslü ve sanatlı, arapça ve farsça sözcüklerle yüklü bir dil kullanılmıştır.

Servet-i Fünûn Romancılarının Etkilendiği Akımlar

Roman, temsil ettiği akıma göre romantik roman, natüralist roman, realist roman; konusuna göre aşk romanı, toplumsal roman, polisiye roman, macera romanı gibi isimler alır. Servet-i Fünûn yazarları, yakından takip ettikleri Fransız yazarların etkisiyle realist roman anlayışını benimsemişlerdir. Realist romanlar olayları kişi ve çevreyi gerçekçi bir şekilde anlatır. Yazarlar kendi duygu ve düşüncelerini esere yansıtmazlar. Olaylar ve kişiler karşısında tarafsız kalırlar. Realist romanlarda eserin üslubu yapmacıksızdır. Servet-i Fünûn yazarları, romanda realist ve natüralist yazarları örnek almışlardır. Realist romanda gözlem ve araştırma ön planda, his ve hayal unsurları ise ikinci plandadır. Realist romanlarda gerçekler, görülenler ve incelemelerin ortaya koyduğu sonuçlar önemlidir. Gözlem önemlidir. Yazarlar gerçeğe uygun çevre betimlemeleri yapmıştır. Bu dönem romancıları, esere kendi duygu, düşünce ve hayallerini karıştırmaz, kişiliğini gizler. Bunun için de olayları, kişileri iç ve dış özellikleriyle, psikolojik yönleriyle objektif bir şekilde anlatır. Dil ve üslup olaya ve olayın kahramanının kişiliğine uygun olarak kullanılır. Natüralist romanlarda bilime ve araştırmaya daha çok önem verilir. Natüralistler gerçeğe bağlılıkta ve sosyal meseleleri araştırmada realistlerden çok daha fazla bilimsel metodlara bağlıdır. Toplumu âdeta bir laboratuvar olarak düşünürler ve eserlerini bu laboratuvar içinde, bilimsel verilere bağlı kalarak yazarlar. Servet-i Fünûn yazarlarının romanlarında realizm belirgindir. Sanat sanat içindir anlayışından hareketle sanatçılar dil ve anlatıma önem vermişlerdir.

Servet-i Fünûn Romanının Genel Özellikleri


  1. Bu dönemin romanlarında olay örgüsünün, konuların, konuşmaların başarılı bir biçimde yer aldığı görülür. Bu nedenle Servet-i Fünun romanı Tanzimat romanından daha sağlam bir tekniğe sahiptir.
  2. Servet-i Fünun romancıları dönemin başlarında hem romantizmin etkisindedirler, hem de baskıcı bir siyasal ortam içinde yaşamışlardır. Bu yüzden önceleri daha çok bireysel konuları işlemişlerdir.
  3. Sonraları gerçekçiliğe (realizm) yönelmiş, eserlerinde toplum yaşayışını vermeye başlamışlardır. Toplumun nasıl batılılaştığını; batılaşmanın yanlış anlaşıldığını anlatmış; batılı aile ve toplum yaşantısının doğru örneklerini göstermeye çalışmışlardır.
  4. Servet-i Fünun döneminin en başarılı romancısı Halit Ziya Uşaklıgil (1867- 1945)'dir. Uşaklıgil, ünlü romanı Aşk-ı Memnu (1900)'da varlıklı bir ailedeki batılı yaşam biçimini anlatır. Mai ve Siyah (1897) adlı romanında ise o dönemin basını, bir Türk ailesinin yaşayış biçimi ve bir şairin dünyası verilmiştir.
  5. Bu dönem roman ve öykücüleri batılaşmadan sonra aşk konusunu işlemişlerdir. Özellikle Mehmet Rauf (1875-1931) romanlarında bireylerin iç dünyasını ve romantik aşkları konu edinmiştir. Onda toplumsal ögeler çok az yer alır; ağırlık psikolojik içeriklidir. Mehmet Rauf'un Eylül (1901) adlı eseri Türk edebiyatının en başarılı psikolojik romanıdır.
  6. Dil ve anlatım, Servet-i Fünun roman ve öyküsünün en zayıf yönüdür. Yazarlar sözlüklerden, unutulmuş Arapça, Farsça sözcükleri bulup kullanmışlardır. Tanzimatta Namık Kemal'le başlayan sanatlı anlatımı daha da ağırlaştırmışlardır. Bu yüzden yer yer dil anlaşılmaz duruma gelmiştir.
  7. Romanlarda İstanbul dışına çıkılmazken, öykülerde olaylar İstanbul dışında da geçmiştir.
  8. Romanlardaki ağır ve süslü dil hikayelerde sadeleşmiştir.
  9. Servet-i Fünun döneminin roman ve öykü yazarlarını ve başlıca eserlerini şöyle sıralayabiliriz: Hüseyin Cahit Yalçın (Roman: Hayal İçinde. Öykü: Hayat-ı Muhayyel), Ahmet Hikmet Müftüoğlu (Roman: Gönül Hanım. Öykü: Haristan ve Gülistan, Çağlayanlar), Safveti Ziya (Roman: Salon Köşelerinde. Öykü: Bir Tesadüf, Kadın Ruhu).


Servet-i Fünun Edebiyatı Sanatçı-Eser Tablosu

Servet-i Fünun Edebiyatı Sanatçı-Eser Tablosu

ROMAN
HİKÂYE
ŞİİR
ANI
TİYATRO
DİĞER
FEVFİK FİKRET
Doksanbeşe Doğru

Tarih-i Kadim, Haluk’un Defteri, Rübabın Cevabı, Rübab-ı Şikeste, Şermin



CENAP ŞAHABETTİN


Tamat

Yalan, Körebe
ÖZDEYİŞLER
 Tiryaki sözleri
Gezi Yazısı
Hac yolunda,
Avrupa Mektupları Suriye Mektupları
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar
İzmir Hikâyeleri, Aşka Dair, Onu Beklerken, Kadın Pençesi Bir Yazın Tarihi, Solgun Demet

Kırk Yıl,
Saray ve Ötesi
Kabus, Fare, Füruzan

MENSUR ŞİİR

Mensur Şiirler
MEHMET RAUF
Eylül, Genç Kız Kalbi, Son Yıldız, Define, Kan Damlası
Âşıkane,
Son Emel,
Aşkın Tarihi,
Üç Hikâye


Pençe, Cidal, Sansar
MENSUR ŞİİR

Siyah İnciler
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN
Nadide,
Hayal içinde
Hayal-i Muhayyel, Hayat-ı Hakikiye Sahneleri

Edebi Hatıralar, Malta Adasında, Meşrutiyet Hatıraları


Eleştiri
Kavgalarım
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
Şık, Şıpsevdi, Mürebbiye, Metres, Tesadüf, Ben Deli Miyim?, Nimetşinas, Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç
Kadınlar Vaizi, Melek Sanmıştım Şeytanı, Gönül Ticareti, Tünelden İlk Çıkış
Katil Buse




AHMET RASİM



Gecelerim, Falaka
Monografi İlk Muharrirlerden Şinasi
Fıkra Şehir Mektupları, Eşkal-i Zaman,
 Gülüp Ağladıklarım

                           

Mehmet Akif Ersoy Sunu Slayt İndir Download

Slaytın tamamı internetten bulunan veriler ile TARAFIMDAN oluşturulmuştur, ticari amaç güdülmedikçe herhangi bir yerde site linki belirterek paylaşılabilir veyahut herhangi bir kaynak belirtme zorunluluğu olmadan sunum olarak kullanılabilir. 

MEHMET AKİF ERSOY; baba tarafından Arnavut, anne tarafından Özbek asıllı olan Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi, yüzücü, milletvekili'dir.

Yaşam öyküsü

1873 yılının Aralık ayında İstanbul'da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı, babasının, onun doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Âkif'in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür. 
Annesi Buhara'dan Anadolu'ya göç etmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova'nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi'dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten "Ragif" adını verdi. 
Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona "Âkif" ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih, Sarıgüzel'deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır.

MEHMET AKİF ERSOY; Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı'nın yazarıdır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanları ile anılır. 

İSTİKLÂL MARŞI

Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey kendisini ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna etti. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Âkif'in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif'in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. 
Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45'te ulusal marş olarak kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.

MEHMET AKİF ERSOY’UN; Çanakkale Destanı, Bülbül ve Safahat en önemli eserlerindendir. II.Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarlığını yapmıştır. 

Edebî hayatı

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.
Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı'nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır. 

MEHMET AKİF ERSOY; Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1.TBMM'de yer almıştır.

VEFATI

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. 
Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mezarı, Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in mezarları arasındadır.

Translate